SAHİLLERİN ÖZGÜRLEŞMESİ GEREK

 

Hukukun evrensel kurallarına göre, bir kanunun sözü ( lafzı ) ile özü (ruhu) uyumlu olmak zorundadır. O nedenle, günümüze Dünya’nın her yerindeki hakimler baktıkları davada sözü itibariyle uygun olan bir hükmü, özü itibariyle de uygunluğunu araştırıp ondan sonra verirler. Yargıda doğru karar, bu uyumdan çıkar. Tabii ki bu genel kurala yürütme alanında da özen gösterilmesi beklenir. Yine Dünya’nın her yerinde, seçilmiş veya atanmış idarecilerden hem kanunun sözüne, hem de özüne bakarak uygulama yapmaları beklenir. Adil bir yönetim de, bu uyumdan çıkar. Ancak elbette ki kanunlar “Tanrı kelamı” da değildir. İnsan eliyle ve ihtiyaçları karşılamak amacıyla yapılan toplumsal düzenlemelerdir. Bu nedenle gerektiği zaman değiştirilebilirler. Çünkü hayat, insan ihtiyaçları ve toplumsal yapı sürekli olarak değişir. Yasaların da bu değişime uyması gerekir. Ancak yasalar “ben yaptım oldu” diyerek değil, nasıl yapıldılar ise aynı yol izlenerek değiştirilir. Ayrıca her ülkede yasaların bütünlük taşıması için bir Anayasa yapmalı, genel çerçeve tanımlanmalıdır. “Ana” yasanın  hükümleri ile hem toplumsal yaşam ve hem de diğer yasaların ruhu belirlenmiş olur.

 

KIYILAR DEVLETİN HÜKÜM VE TASARRUFU ALTINDADIR

Bu girişten sonra şimdi gelelim konumuza.. Bizim Anayasamızdaki 43. madde çok net ifadelerle “Kıyılar, devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Deniz, göl ve akarsu kıyılarıyla, deniz ve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir” diyor. Fakat bir gün gelip de, bunu değiştirmek isteyenler de olabileceği düşünülmüş sistemde. Anayasa’nın bu türden hükümlerini değiştirmek için, talebin TBMM’ndeki üye tamsayısının beşte üç çoğunluğu tarafından gizli oyla kabul edilmesi gerekiyor. Meclis’te üye sayısı 600 olduğuna göre, değişiklik için 360 kabul oyu gerekiyor. Yani kolay bir yol değil. Mevcut vekil dağılımına göre, şu anda Anayasa’nın kıyılarımızla ilgili bu hükmünü değiştirebilmek için Meclis’te çok geniş bir uzlaşma zemini yakalanması şart. Toplumun tepkisini, seçmen duyarlılığını dikkate almadan böyle bir değişiklik yapmaya da hiç kimse kalkışmıyor.

Kıyı Kanunu’muz da Anayasa’yla uyumlu şekilde çok net hükümler taşıyor. 5. madde “Kıyılar, herkesin eşit ve serbest olarak yararlanmasına açıktır. Kıyı ve sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir” diyor. Bir gün gelip bunu değiştirmek isteyenlerin olabileceği de düşünülmüş haliyle. Yasa değişikliği yapmak için TBMM’nde salt çoğunluk aranıyor. 600 üyeli Meclis’te bu sayı 301’dir. Mevcut vekil dağılımı, iktidara bu türden değişiklikler yapmaya olanak veren bir aritmetik sağladığı için, bizde sıklıkla da bu yöntem kullanıyor. Fakat bu sefer de, kamuoyu ne yapıldığını bütün detaylarıyla öğrenebiliyor. Yasa değişikliğe yönelik itirazlar artıyor, karşı çıkan çevreler seslerini yükseltiyor. Her şeye rağmen yasa değişikliği yapılsa bile, bu sefer de Anayasa Mahkemesi’ne konunun götürülmesi için kamuoyu baskısı oluşuyor. Velhasıl yasa değişikliğine gitmek de oldukça zorlu bir yol.

 

ADRESE TESLİM YÖNETMELİK DEĞİŞİKLİKLERİ

O nedenle, iktidar çevreleri farklı yöntemler geliştiriyor. Bunlardan birisi, bazı konularda istenilen hedefe acele tarafından ve pek de ortalığı gürültüye boğmadan ulaşabilmek adına hemen bir “yönetmelik değişikliği” yapmak oluyor. Pek revaçta şimdilerde bu yöntem. Mesela Kıyı Kanunu’nu değiştirmek yerine, hemen bir “Kıyı Kanununun Uygulanmasına Dair Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik” hazırlanıyor ve yayınlanıp uygulamaya konuyor. Birileri gözünü açıp müdahale edene kadar her şey olup bitiyor. Mesela adı geçen bu yönetmelikte, son olarak dokuzuncu kez  değişiklik yapılmış ve hatırlarsanız 16 Nisan’da Resmi Gazete’de yayımlanmıştı. İçeriği ise artık “kıyı kenar çizgisini” belirlemede Valiliklerin yetkili kılınmasıydı. Tabii ki akla imar afları ve yeni yapılaşma kaygıları geldi hemen. Eleştirenler kötü niyetli değil, kaygılıydılar sadece. Çünkü o kadar çok adrese teslim yönetmelik değişiklikleri yaşandı ki ülkemizde, artık sıradan vatandaşlar bile, bu türden değişikliklerin altında bir farklı amaç aramaya başladılar. Bir diğer yöntem ise, yasal dayanak aramaksızın bir idari işlemi alelacele yapıp, sonra hesap soran olunca da, merkezi iktidardan yönetmelik değişikliği talebinde bulunmak oluyor. “Başımız derde girdi, kurtarın” mı deniliyor, yoksa “efendim böyle bir şeye ihtiyacımız var” diye mi talep ediliyor değişiklikler bilemiyorum. Fakat genellikle, bu şekilde sıkışanlara da Ankara hemen Hızır gibi yetişiveriyor. Tabii bir de “bilinmezlik” ortamından medet umulduğu gerçeğini ilave etmek lazım. Mesela Edremit Körfezi’nde şu anda kıyı kenar çizgisinden sonraki 50 metre sınırını ihlal eden kaç adet yapı olduğunu bile tespit etmeden, halkı sahile kavuşturmak adına kıyı dolgusu yapmaya girişmenin bilimsel bir gerekçesi olduğu söylenebilir mi? “Ben yaptım oldu” diyen Büyükşehir Belediyesi’ne, şimdiye kadar  Meclis’te bu hususu soran var mıdır acaba?

 

PARAYI VEREN DÜDÜĞÜ ÇALIYOR!

Özetle, kıyılarımızla ilgili kanunların ruhu, yasal durum ve günümüzde yaşananları tam olarak işte böyle. Evet, Anayasa’da hükmü var, yasası da mevcut ama kıyılarda uygulamalar çok farklı. Çoğu kez, sadece bir yönetmeliğe dayanılarak, kanunların ruhu boşa düşürülüyor. Adeta birileri “yönetmelik” üzerine kurulan yeni bir idare ve yaşam tarzı oluşturmaya uğraşıyor. Bu yönetmeliklerin en meşhurlarından biri de “Hazine Taşınmazlarının İdaresi Hakkında Yönetmelik”. Anayasamıza göre kıyılar kamunun malı olduğu için, kamu adına kıyıların idaresinden de Hazine ve Maliye Bakanlığı sorumlu oluyor haliyle. Bu bakanlık, anılan yönetmeliğin 81. maddesine dayanarak kıyılar için belediyelerle bir protokol yapıyor, 10 yıllığına bedelli olarak ve avan projeye göre kiralıyor. Kıyılarımız ve sahillerimiz, ülkemizin pek çok yerinde olduğu gibi, Balıkesir’de de bu dahiyane yönetmelik çerçevesinde kiralanmış durumda. “Yasal mı?” derseniz, evet fena halde “yasal”. Mevzuatı bile var baksanıza. Fakat ne hikmetse yasa ve anayasa ile uyumlu değil..!? Bu kadar kusur “Kadı kızında” bile olur değil mi? Oysa herhangi bir Hukuk Fakültesi’nin daha  ilk sınıfında “anayasa, yasa ve yönetmeliklerin hangisi üstündür?” sorusuna, son şıkkı işaretleyerek yanıt veren öğrenciler “sıfır” alır değil mi? Mezuniyetten sonra, yaşamda bu uygulamanın çok yaygın olarak kullanıldığına şahit olunca ne düşünür acaba bu gençler?

Bu yönetmeliğe göre, sahilleri kiralayan Büyükşehir Belediyesi, kiraladığı bu alanlardaki büfe, tuvalet, duş, otopark, şemsiye ve şezlong yerlerini ticari amaçlı olarak 3. şahıslara kiralıyor. Çünkü o protokol buna izin veriyor. Üstelik önemli bir gelir kaynağı bu. Hepsini mi kiralar, bir kısmını mı kiralar orası belediyenin meşrebine göre değişiyor. Tuvaleti parasız yapıp halkın hizmetine de sunabilir, sezonluk olarak kiralayabilir de. Avan projede ticari amaçlı olmayan yerleri ise vatandaşın hizmetine sunup, mesela halk plajı olarak bırakabilir. Fakat, yaz turizminin çok yoğun olduğu kıyılarda böyle bir yer pek bulunmuyor. Çünkü her metre kare alan kiralanmış durumda artık ve hiç kimse de “yasa, Anayasa” falan diyemiyor. Büyükşehir gelirinden memnun, parayı ödeyen de düdüğünü çalıyor.

 

BİR DE MAFYALAŞMA FAKTÖRÜ VAR

Bu durumda vatandaş ne yapacak? Ya “ecrimisil” denilen o sihirli bedeli ödediğini söyleyerek, sahilin bir kesiminin yeni sahibi olduğunu iddia eden şahsa, talep ettiği bedeli takdim ederek denize kavuşacak; ya döne döne parasız halk plajı veya çalı dibi arayacak; ya münakaşa etmeyi seçip sinirlerini bozacak; ya da “avan proje dışında ticari amaçlı kullanılan işgallerin veya halk plajını işgal edenlerin kaldırılması için” Zabıtaya başvuracak. Zabıta deyince de iş bitmiyor tabii. Zira sahillerimizde hem ilçe belediyelerinin ve hem de Büyükşehir Belediyesi’nin ayrı zabıtası var. “Hangisi, neresi, yetki alanı” falan derken, sıcağın altında vatandaşın beyni dönüyor. Ancak bu yasal yolu izlemek inanın çok önemli. Çünkü sahili kullanma sorununu  kendi başına ve doğrudan çözmeye kalkanlar bazen dayak yiyebiliyor, hatta dünyasını değiştirmek zorunda kalanlar bile oluyor ne yazık ki. Bu da hiç bir yasada yeri olmayan “mafyalaşma” faktörü. Abartmıyorum, pek çok örneği var Körfez’de.

Peki “ya sabır” demek yerine, “hakkımı ararım” diyen vatandaşlar ne yapacak? Önce sakin olacak, sonra zabıtayla veya işlerin kızışması halinde polisle diyalog kuracak. Gerekirse tutanak düzenleyecek, şahit bulacak, ifade verecek ve davasını da açacak. Bu hukuk sisteminde, mutlaka ilerleyen yılların birinde haklılığını teslim edip de, zorbalara cezasını verecek bir yargı heyeti çıkacaktır muhtemelen. Bunun yerine, “yahu üç günlük tatilde, bir de bununla mı uğraşacağım?” diyorsanız, haliyle yukarıda saydığım diğer seçenekleri gözden geçirmeniz gerekecek. Fakat hiç birini yapmasanız bile, en azından şu soru üzerinde düşünün lütfen: “Anayasa ve Kıyı Kanunu’na rağmen, bir yönetmeliğe dayanarak kıyılarımızda farklı bir meşruiyet yaratmaya kalkışmak, uyanıklık mıdır, mecburiyet midir, yoksa suç mudur?”. Biz bunlara layık mıyız veya biz bu kadar çaresiz miyiz? Burada konuya nereden baktığınız önemli elbette. “Canım, belediyelere de para lazım. Parasız hizmet mi verecekler millete?” diyebilirsiniz. “Sahilleri kiralıyor ama, bak tuvalet ve duş da koydu, palmiye de dikti kaç tane” diyebilirsiniz. “Ne yapsın, Ankara para mı veriyor?” da diyebilirsiniz. Hepsini ve daha fazlasını düşünmek de, söylemek de mümkün.

 

İŞTE SİZE BİR SAHİL ÜTOPYASI…

Fakat gelin bir de farklı açıdan bakmaya çalışın isterseniz bu duruma. Buyurun bir “ideal durum” veya “ütopya” düşleyelim hep birlikte: Denizin kirlenmemesi için gereken tüm tedbirlerin alındığı, arıtma tesislerinin yeterli olduğu, derelerin de denize kirlilik taşımadığı bir koca sahil düşünün önce. Bu sahildeki iki yüz metrelik ilk bölümde hiç bir yapıya izin verilmemiş olsun. Sonrasındaki evlerin hepsi sadece iki katlı ve bembeyaz şirin yapılar. Bahçeleri de yemyeşil. Konutlar ile tarım alanları arasında bir yeşil kuşak var ve yapılaşma asla bunu aşamıyor. Kıyılara inen enine ve boyuna caddelerle mükemmel bir ızgara kent planı yapılmış. Ticari alanlar sadece belirli yerlerde bulunmakta. Alt yapı yatırımları mükemmel. Sahile ulaşım belediyenin ring araçlarıyla bedava sağlanıyor. Duş, tuvalet, kabin, gölgeli oturma grupları, banklar hepsi bedava ve sayıları da fazlasıyla yeterli. Plajlara sadece seyyar büfe hizmeti veren beyaz önlüklü esnaf girebiliyor, başka hiçbir baraka işletme falan yok. Temizlik hizmeti sağlayan belediye görevlileri her yerde hazır ve nazır, halk da onlara yardımcı oluyor severek. Herkes “kıyılar ortak mülkümüz ve bizim için çok önemli” diyerek yaşamaya özen gösteriyor. Geceleri sahile masa atılmıyor, kilimini veya seyyar iskemlesini alanlar, gelip istediği yere oturuyor. Gündüz de zoraki şemsiye şezlong yayılmıyor her tarafa, isteyen olur ise esnaf getirip kuruyor. Vatandaş da kendi şemsiyesini şezlongunu rahatça getirebiliyor, istediği yere seriyor, akşam da geri götürüyor evine. Yeme-içme hizmeti almak isteyenler, sahil alanından sonra başlayan ticari bölgedeki esnaftan ihtiyaçlarını karşılıyor.

 

KIYI KULLANIM DÜZENİ SORUN YARATIYOR

Nasıl? Böyle bir ortamda mı yaşamak istersiniz yoksa şimdiki halimize razı olmak mı? Giderek ticarileştirilen sahillerden, baskı altına alınmanın meşrulaştırılmasından  mutlu musunuz? Kamu malı olan ve Büyükşehir Belediyesi tarafından 2024’e kadar kiralanan sahillerin artık özgürleşmesini, böyle ideal bir kamusal yapıya kavuşmasını istemez misiniz? Elbette bu “ütopyaya” itiraz edenleriniz de olacaktır. “Var mı böyle bir yer?”, “başka türlü yaşamak isteyenler olamaz mı?”, “bizde iş işten geçmiş” diyenleri duyar gibiyim. Fakat böyle bir yer değil, pek çok yerler var Dünya’da. Bizim kendi elimizle, kendi başımıza sardığımız şimdiki kıyı kullanımı düzeni, doğru hizmet veremiyor, aksine sorun yaratıyor. Tercih sizin elbette, yani hepimizin. O nedenle lütfen “sahilleri halk için açıyorum, size onlarca yıldır kimsenin getirmediği hizmetleri getiriyorum” diyenlerin neler yaptıklarına, gidip de yakından bir bakın. Yapılan bunca masrafın kimlere yaradığına da dürüstçe yanıt arayın. Kanunların ruhuna mı sadık kalındığına, yoksa minareye kılıf mı dikildiğine dikkatlice bir bakın. Sonra da lütfen bütün bu gerçekleri, yukarıdaki ütopya ile mukayese edin. İstemekle başlamıyor mu her şey? “İmkansız” olarak gördüklerinizi isteyin siz de lütfen. Aynı gökkubbe altında huzur içinde ve ütopyada gibi yaşayanlardan bir eksiğimiz mi var?

Exit mobile version