ÇİFTÇİYİ TARLAYA GERİ DÖNDÜREMEZSEK…

 

Küçük mavi gezegenimizdeki küresel krizler giderek derinleşiyor. Önce 2008’de başlayan küresel finans krizi ve bunu izleyen büyük ekonomik durgunluk (resesyon) sarstı hayatımızı. Sonra yüzyıllardır insafsızca kirletilen atmosferin yarattığı sera etkisi nedeniyle, küresel ısınma ve iklim değişikliği krizini fiilen yaşamaya başladık. Derken kendilerine hayat alanı bırakmadığımız bazı türlerden kaynaklandığı söylenen bir pandeminedeniyle uzun süre kapanmak zorunda kaldık. Covid-19 pandemi süreci sadece bir sağlık sorunu değil, üretimden eğitime kadar hayatın tüm alanlarını altüst eden bir felaket oldu. Sonunda tam “işler yoluna giriyor mu acaba?” derken, bu kez Ukrayna’da patlak veren savaşla birlikte gördük ki, meğer gıda krizi de kapımızda bekliyormuş!Bütün bu olanlar, bize ne kadar kırılgan bir dengede yaşadığımızı fazlasıyla gösterdi. Üstelik eskiden her krizi dünya savaşlarıyla hesaplaşmaya girerek ve gezegene yeni bir düzen vererek aşmaya çalışan taraflar, günümüzde lokal alanda ve vekalet savaşlarıyla yapmaya çalışıyor bunu. Fakat bu türden savaşlar da aynı derecede tahrip edici oluyor. Son yıllardaki Afganistan, Irak, Libya ve Suriye savaşları böyleydi ve tüm gezegeni etkiledi. Ancak Ukrayna savaşı başlar başlamaz, sanki bu vesileyi bekleyen bir gıda üretimi ve gıdaya erişme sıkıntısı doğması çok daha çarpıcı oldu. İnsan türü, geciktirilen, ertelenen ve sonunda patlayan bir sorunlar dizisiyle mi karşı karşıya olduğunu; yoksa muktedirler arasındaki “küresel egemenlik oyununda” galip gelebilmek için peş peşe sebepler mi yaratıldığını anlamaya çalışıyor.

 

DEĞİŞİM, DÖNÜŞÜM, YENİDEN YAPILANMA MASALLARI

“Gıda krizi” konusu, artan fiyatlar ile düşen satın alma gücü arasına sıkışıp da geçinemez hale gelen, her geçen gün çarşı pazarda hayretlere düşen Türkiye vatandaşlarının sorunu değil sadece. Pandemi, savaşlar, kuraklık, iklim felaketleri sonucunda artan girdi fiyatları, haliyle bütün ülkeleri etkiliyor. Fakat tüm bunlar, mesela Almanya’yı % 8,5 ile “görülmemiş” diye adlandırılan bir enflasyona sürüklerken, bizde ise TÜİK’in bile % 61,14 diye açıkladığı fena halde büyük bir enflasyona sebep olabiliyor. Bu olumsuz faktörlerin bir araya gelmesiyle oluşan gıda krizi ise giderek derinleşiyor. Zira bir yandan tüm ülkeler kendi gelecekleri için gıda stoklamaya, ihracat yasakları koymaya başladılar; diğer yandan da geçen yüzyılın sonlarından beriyegane kurtuluş yoluymuş gibi sunulan endüstriyel gıda sisteminin çözüm olamadığı, aksine çok dayanaksızolduğu da tamamen ortaya çıktı. Küçük tarımsal üretim birimlerini tasfiye eden, kendine yeterlilik temelindeki kırsal ekonominin karşısına pazar için büyük ölçekli üretimi koyan 1980’lerin neoliberal anlayışı, çözümden ne kadar uzak olduğunu tüm gezegene sergiledi. IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşların ısrarla dayattıkları tarımda “değişim, dönüşüm, yeniden yapılanma” masalları, nihayetinde insan türünü bu noktaya getirdi. Gıda azaldıkça, tezat bir şekilde sanal alış-veriş ve motorlu kurye hizmetleri de arttı ama sadece parası olanlara çözüm oldu bunlar. Peki ya parası olmayan milyonlarca insan ne yapacak? Endüstriyel tarım sisteminin sonuçları, fakir halklara açlıktan ve yok oluştan başka bir şey getiremedi. Üstelik bu ürünler nedeniyle, insanlardaki kronik hastalıklar da iyice arttı.

 

SIKINTI HER ÜLKEDE VAR, BİZDEKİ KATMERLİSİ!

Enflasyon örneğinde gördüğümüz üzere “sıkıntı, bütün ülkelerde var” ama bizdeki durum diğer ülkelere göre biraz daha katmerli oldu ne yazık ki. Hepimiz, Türkiye gibi bir tarım ülkesinin bu noktaya gelip, gıda krizi yaşayacağına inanmakta zorlanıyoruz. Çok yakın bir zamana kadar, ilkokullarda eğitim alan çocuklara gururla “Türkiye gıda konusunda kendine yeterli pek az ülkeden birisidir” denilirdi. Günümüzde ise, ayçiçeği yağı taşıyan gemiler “savaşa rağmen Ukrayna’da limandan çıkış yapabildi, Karadeniz’i aştı, İstanbul Boğazı’ndan geçti” diye adım adım izleniyor ve bu durum sanki ulusal bir müjde verir gibi sunuluyor halka.

Halbuki ayçiçeği yağı daha düne kadar para etmediği için, çiftçiler üretimden vazgeçiyor, girdi maliyetleri karşısında pes ederek tarlalardan çekiliyorlardı. Oysa en basit ayçiçeği yağının bir litresinin perakende satış fiyatı Mayıs 2020 ve Mayıs 2021arasında % 46, o tarihten Nisan 2022 kadar da % 124 arttı. Ancak bu arada Türkiye arpa ve buğday gibi ayçiçeği yağında da çoktan dışarıya bağımlı olmuştu bile. Üstelik bunları ithal ettiğimiz iki ülke olan Rusya ve Ukrayna da savaşa tutuştu. Demek ki, “ekmezlerse ekmesinler, biz de ithal ederiz” anlayışı asla çözüm olamıyormuş. Çiftçileri geleneksel üretimlerinden vazgeçecek kadar bıktırmanın, küstürmenin vebalini ödemek zorunda kalacağımız günlerin gelmesi de mümkünmüş. Oysa zeytinyağımız var bizim ve böyle gemilerin yanaşmasını falan beklememiz de gerekmiyor o alanda değil mi?

 

KDV İNDİRİMLERİ, ZABITA DENETİMLERİ, CEZALANDIRMALAR

FİYATLARI AŞAĞI ÇEKMEYE YETMİYOR

Zeytin geleneksel ürünümüz ve hala rekoltesi gayet yüksek. Fakat zeytinde de yanlış kararlar alınıyor. Mesela üreticinin dökme zeytinyağı ihracatı durduruluyor. Üstelik bu karar, gıda krizi nedeniyle stok yapmak için veya marka sahibi ülkelere ucuza mal kaptırmamak için alınmamış. Açıklamalardan anlaşılan, üreticinin dışarı mal satmayıp, içeride fiyatı ucuzlatması mantığıyla karar verildiğidir.. Fakat zeytinyağı ucuzlamıyor, aksine ayçiçeği fiyatları neredeyse yetişecek ona. Bunca fiyat artışları yaşanan bir ülkede, üretici sübvansiyonu da olmazsa, halkın ikame kullanım tercihlerini değiştirmek çok zordur ve ancak kısmi ucuzlamalar yaratılabilir. Nitekim KDV indirimi, zabıta denetimleri, perakendecilere kesilen cezalar da fiyatları aşağıya çekmek için yeterli olamıyor. Peki, zeytin üreticisi de küstürülürse, seneye ne olacak? Onu şimdilik düşünen yok, sanırım seneye de sıra onu düşünmeye gelecektir. Oysa bugün, Zeytin Yasası’na karşı hülle yapıp,Maden Yönetmeliği’nin 115’inci maddesine bir ek fıkra koymak suretiyle, madencilerin zeytinlikleri talan etmesine imkan vermeyi düşünülebildiler. Anayasa ve yasaya aykırı bir yönetmelik olamayacağını da bildikleri halde düşünebildiler. Uzun süredir zaten enerji ve maden sektörü, tarım ve zeytine karşı açıkça kayırılıyor ülkemizde. Gıda krizinden söz edilen şu dönemde, böyle işler yapmanın anlamı olabilir mi? Köylüler gelecekte ne üreteceğini, vatandaş ise ne yiyeceğini düşünüyor bugün. Özetle bütün diğer krizler gibi, gıda krizi de bize gösteriyor ki, aslında ülkemizde bir de yönetim krizi var. Diğer ülkelerden böyle ayrışıyoruz. Karar alma sürecimiz ve bunun ne kadar isabetli olduğu hususu, artık her geçen gün biraz daha fazla sorgulanıyor. Türkiye’nin vaktiyle Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nu neden çıkarttığını, devletin bunca sulama barajını bu sonuca varmak için mi yaptığını soruyor şimdi vatandaşlar.

 

TARIM SEKTÖRÜNÜN BİR KENARA ATILMASININ SONUÇLARINI YAŞIYORUZ

Hatta mevcut iktidarın, vaktiyle kendi elleriyle düzenleyip çıkarttığı Tarım Kanunu’na göre, milli gelirin en az % 1’inin tarımı desteklemeye ayrılmasının öngörmesine rağmen, neden asla bu seviyede bir desteği çiftçilerimizin göremediği de merak ediliyorlar. Ülkemizde açıkça tarım sektörü küçümsendi ve bir kenara atılıverdi. Şimdi de bunun sonuçlarını yaşıyoruz. Küresel sorunlar, bunu bir miktar daha öne çekti ve epeyce de can yakıcı hale getirdi sadece. Kırsal iş gücü her sene biraz daha fazla kentlere sığınmak zorunda kalarak, işsizler ordusuna ekleniyor. Hala tarım kesiminde çalışmakta direnenler ise giderek fakirleşip, kredilerini bile ödeyemez hale geliyorlar. Üretime devam etmekten başka çıkar yol bulamayan çiftçiler, hızla artan fiyatlar nedeniyle tarlalarına gübre atamıyor, kiralık veya kendi makinelerine mazot koyup çalıştıramıyor, artan girdi fiyatlarıyla baş edemiyor, tarım kredilerine yanaşamıyorlar. Bütün bunların da haliyle ülkemizin tarımda verimliliğini ve sağlanacak rekoltelerini azaltması bekleniyor. Türkiye’nin gıda ithalatı kanalı kadar, dahili üretim kanalını da tıkayacak bu gelişmeler yaşandıkça, gıda krizi korkusu da artıyor. Parası olanlar bile, yakın gelecekte gıdayı bulamamaktan çekinir hale geliyorlar.

 

HER KRİZİN BEDELİNİ HALKLARA ÖDETİYORLAR

Bu nedenle, üretimden uzaklaşan çiftçilerin tarlalarına, bahçelerine tekrar geri dönmesini sağlayacak tedbirlerin hızla alınması gerekiyor. Gerçekçi ve genişletilmiş destekleme yöntemleri, girdi sübvansiyonlarının arttırılması, taban fiyat uygulamasına tekrar başlanması, tarımla ilgili kamu kurumlarının yetkilendirilmesi, ürünleri aracısız tüketiciye ulaştıracak kooperatif yapıların oluşturulması, kredi imkanlarının zenginleştirilmesi ve tarımsal kredi faizlerinin minimal düzeye çekilmesi, tarım sigortasının ulaşılabilir olması gibi esaslı tedbirler alınmak zorunda ülkemizde. Yapılacak ilk genel seçimlerde başarılı olmak isteyen siyasetçiler, bu temel sorunların çözümü için hem hazırlıklı olmak ve hem de bu konularda çıkıp kamuoyu önünde açıkça söz vermek durumundalar. Üreticiler de, tüketiciler de, bütün vatandaşlar da bunu bekliyorlar. Hiç kimse bunca krizi aştıktan sonra, yaşanacak bir gıda kriziyle tükeniş noktasına gelmek istemiyor Türkiye’de. Malum, her krizin bedeli birilerinin başına yıkılıyor bu gezegende. 2008 finans krizinin bedeli,  Arap Baharı adı altında Kuzey Afrika ve Ortadoğu halklarına ödetildi. Pandemi sonrası dünyaya yeni bir biçim vermek isteyenler de bugün Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan halklara bedel ödetiyorlar. Bu yeni paylaşım savaşı nedeniyle kesilecek faturanın, halkımıza da yüksek enflasyon, açlık, kıtlık, yoksullaşmave yetersiz beslenme şeklinde farklı bedeller ödetmesine, asla izin vermemek gerekiyor.

Exit mobile version