Hilmi DUYAR / POLİTİKA Romanlarında Balıkesir’i anlatan Metin Savaş, mahalle bakkallığından ödüllü bir yazarlığa, basamak basamak tırmanmanın öyküsünü Politika okurlarına anlattı. Babası iflas ettikten sonra, Türkiye’nin en tanınmış liselerinden biri olan Vefa Lisesini 1’inci sınıfta terk ettiğini, bir otelde, bulaşıkçılık, komilik, garsonluk ve kabul elemanlığı yaptığını, ekonomik sıkıntılar nedeniyle İstanbul’dan Balıkesir’e göç ettiklerini öykü tadında okurlara aktardı. Askerlik sonrası mahalle bakkallığı yaparken, yazdıkları öykü ve romanlardan peş peşe gelen ödüllerin yaşanmışlıklarını açıkladı. Kendisine neden dergilerin efendisi dendiğini 40 dergiye gönderdiği yazılarla kanıtladı.
Metin Savaş kimdir?
1965 yılında Balıkesir’in Karaoğlan Mahallesi’nde doğdum. Radyo tamircisi bir babanın oğluyum. Babamdan dükkanı devralan kardeşlerim sonraki yıllarda televizyon tamircisi olarak devam ettiler. 5 yaşındayken ailemle birlikte İstanbul’a yerleştik. Babam sermaye biriktirip İstanbul’da bir akrabasıyla şirket kurmuştu. O zamanlar maddi durumumuz epeyce iyiydi. Balıkesir’de eşraf ailesiyiz zaten. 20 yaşıma girip askere gidene kadar İstanbul Fatih semtinde oturduk. O süreç içerisinde babamın işleri bozuldu. Ortağıyla beraber iflas ettiler. Evimize haciz bile geldi. O nedenle ben okumayı Vefa Lisesi 1’inci sınıftayken bıraktım. O bunalımlı süreçte İstanbul’daki varlıklı bir akrabamızın otelinde çalışmaya başladım. Akrabam bana sahip çıktı. “Madem okumayacaksın gel otelde çalış” dedi. Askere gidene kadar otelde garsonluk ve değişik işler yaptım. Askerlik dönüşü babam hala hapisteydi. Annem ve Ablamla Balıkesir’e geri döndük. Dedemden kalma dükkan boş duruyordu, orada amcamla birlikte bakkallık yapmaya başladım. Bakkallık bizim aile mesleğimiz. Dedemin babası Savaştepe’de bakkalmış, dedem, dayım bakkallık yapmış. Birkaç nesildir aile mesleğimiz olduğundan dükkanda kendimizin kira derdimiz olmadığından 25 yıl bakkallık yaptım.
Bakkallıktan yazarlığa nasıl geçiş oldu? Esnaflık ile yazarlık taban tabana zıt değil mi?
Okumayı, özellikle roman okumayı çok severdim. Okuma alışkanlığını İstanbul’da ortaokulda edindim. Fakat yazar olmayı hiçbir zaman düşünmemiştim. Çünkü sanatçı bir ailenin içerisinde büyümediğim için öyle bir algım olamazdı. Ortaokuldan beri sevdiğim kitap okumak tesadüfen oldu. Ortaokul 2’nci sınıfta öğretmenimiz bize okulun son gününün yaklaştığını, o gün geldiğinde herkesin birbirine armağan vermesini istedi. Bir arkadaşım bana bilim kurgu romanı hediye etmişti. Severek okuduğum ilk roman odur. Bilim kurgu olduğundan çok hoşuma gitmişti ve o kitap bende kitap okuma zevkini aşıladı.Aynı yaşta olmamıza rağmen bir gün karşılaşırsak o arkadaşımın elini öpeceğim. Çünkü bana kitap aşkını tattırdı. Otelde çalışmaya başlayınca gece çalışmayı tercih ettim. Çünkü geceleri daha sakin oluyor ve kitap okuyacak zaman avantajı sağlıyordu. Babam hapis yattığı için aldığım maaşı olduğu gibi anneme veriyordum. Turistlerin verdiği bahşişlerle de kendime kitap alıyordum, kendi gereksinimlerimi gideriyordum. Otel sahaflar çarşısına yakındı. Mesaim biter bitmez soluğu sahaflarda alıyordum. Gece vardiyasında uyumak yasak. Her an müşteri gelebilir. İşte o saatler vakit geçirmenin en güzel yolu kitap okumaktı. Askere gidene kadar, kitap ve dergi okuyarak sürdü otel yaşamım. İşte bu okumalar bende yazarlığın temelini atmış.
Kitap yazmayı otelde çalışırken mi aklınıza koydunuz?
Edebiyat dergileri, tarih dergilerini takip ederdim. Gazeteleri küçük ilanlarına kadar okurdum. Öykü, roman, deneme kitaplarını okurdum. Tabi ki yaptığım zaman geçirmek, zevk almak ve bir şeyler öğrenmek içindi. O yaşlarda yazmayı hiç aklımdan geçirmedim. Çünkü öyle bir düşüncem yoktu. Böyle bir şeyi nasıl düşünebilirim? Lise 1’de okulu terk etmişim, üniversiteye gitmemişim, nasıl yazar olunabilir ki? Fakat lisedeki edebiyat öğretmenimiz kompozisyon yazılarımdan bendeki ışığı fark etmiş olacak ki, “sende bir şeyler var” diyordu. Askerdeki bölük komutanım ayni zamanda hemşerimdi. O da bana değişik bir konuşma tarzımın olduğunu, bakış açımın farklı olduğunu söylerdi. Bakkallık yaparken de çok okudum. Çünkü gazete ve dergi de satıyorduk. Özellikle edebiyat dergisi okumak bana ayrı bir zevk verirdi. Bir gün evde odama çekildim kitap okumaya başladım. Bir ara kitaptan başımı kaldırdığımda duvarın birinin boydan boya kitapla kaplı olduğunu gördüm. O zaman kitap yazmayı düşündüm. 25 yaşlarındaydım. Kendi kendime dedim ki, bir duvar kitap okumuşum, ben bir duvar boyu kitap okuduysam belki bir şeyler yazabilirim diye düşündüm. Yazarlık aklıma ilk kez o esnada geldi.
İlk yazınız ne zaman yayımlandı?
Duvar dolusu kitaplarımın arasında, ortaokuldan beri abone olduğum Türk Edebiyatı Dergisi de vardı. Bir şeyler yazabilirim düşüncesi hiç aklımdan çıkmıyordu. Kaleme aldığım bir öykümü Türk Edebiyatı Dergisi‘ne gönderdim. Gönderdim ama Türkiye’nin en iyi edebiyat dergilerinden biri olan Türk Edebiyatı Dergisinin benim öyküme yer vereceğini sanmıyordum. Tahsilim yok, Balıkesir’den bir bakkal gönderiyor, acaba dönüp bakarlar mı? Düşüncesi içimi kemirirken 1-2 ay sonra öyküm yayımlandı. İşte o zaman kendimde yetenek olduğunun farkına vardım. Sürekli öyküler yazıp göndermeye başladım ve benim yazılarım Türk Edebiyatı Dergisi’nde yayımlanıyordu. İlk hikayem çıkınca ben artık o hevesle daha çok yazmaya devam ettim. Hikaye, deneme, kitap eleştirisi ve tanıtımı yazıyorum ve ne göndersem yayımlanıyor. Bu arada Türk Edebiyatı Vakfı ile Gönen Belediyesi birlikte Ömer Seyfettin Hikaye Yarışması düzenlemişti. O yarışmaya Ninemin Türküleri adlı bir öykü ile katıldım ve mansiyon aldım. Yazılarım hikayelerim beğeniliyor ama ben beğenmiyordum. Hani derler ya, “şapkanı önüne koy ve düşün” diye. Ben de öyle yaptım. Öykü yazıyorum ama yazmakta zorlanıyorum. Pek olmuyor. Usta yazarların öykülerini okuyorum, sonra kendi yazdıklarıma bakıp seviyesinin düşük olduğu kanısına varıyorum. O zaman roman yazmaya karar verdim. Fakat ne yayınevi tanıyorum, ne piyasayı tanıyorum. Yazsam ne olacak, nasıl basılacak, kimlerle irtibata geçeceğim bir bilgim yok. Tek bildiğim 2 dergi takip ediyorum ve yazılarımı onlara gönderiyorum.
Olumsuzluklar görmenize rağmen cesaretinizi toplayıp roman yazdınız mı?
Babam İş insanıyken yurt dışına gidip geliyordu. O seyahatlerden birinde Almanya’dan daktilo getirmişti. O daktiloyla yazmaya başladım. Romanı bitirdim evde duruyor. Ne yapacağımı düşünürken, Türk Edebiyatı Dergisi’nin arka kapağında Tuzla Belediyesi’nin Roman yarışması ilanını gördüm. Jüride Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yetiştirdiği önemli isimler vardı. Kendimi sınamak amacıyla yarışmaya katılma kararı aldım. Efendi Dayının Kozalakları adlı romanım ile yarışmaya girdim. Kendime güveniyordum. İlk 3 derece ve 7 mansiyonla birlikte10 ödül vardı. İlk 3’e giremeyeceğimi düşünüp diğer ödüllerden birini almayı hedefliyordum. Çünkü amatörüm, taşradayım. Bir de ilk romanım olduğu için büyük düşünmek istemiyordum. Zaman geldi çattı, jüri Efendi Dayının Kozalakları‘nı birinci seçti. Böylelikle ilk romanımda birincilik ödülü aldım. İstanbul’daki ödül törenine gittim. Ünlü yazarlar, edebiyatçılar oradaydı. Çok heyecanlandım. Ödülümü alırken ellerim titriyordu. Benim için iyi bir başlangıç olmuştu. Bir öykü, bir roman ödülünden sonra, özgüvenim arttı. Artık yayınevleri de beni ciddiye almaya başladı. İlk romanım Efendi Dayının kozalakları basıldı ve kitapçıların raflarında yerini aldı.
Efendi Dayı kim? Romanın adı neden Efendi Dayının Kozalakları?
Aile olarak büyüklerimiz Savaştepeli’dir. Ben Balıkesir merkezde doğdum ama ailem Savaştepe’den gelmiş. Soyadımız bu yüzden Savaş. Savaştepe’deki büyük amcam çok kibar çok efendi olduğu için herkes, “Efendi Amca” dermiş. Onu hiç görmedim. Ben doğmadan önce ölmüş. Romanımın kahramanı çok kibar olduğu için Efendi Dayı dedim. Atatürk Parkında çam ağaçlarının altında dolaşırken bazen kozalak toplarım. Halen evimde süs olarak dururlar. Kozalaklar da bana esin kaynağı oldu. Kitabın adı onun için Efendi Dayının Kozalakları. Ödüllü bir roman olarak basıldı ama ilgi görmedi, okunmadı. Hal böyle olunca hırslandım. 2’nci romanımı yazdım. İlk kitabımı basan yayınevine götürdüm. Kitabımın okunmadığını söylediler ve 2’inci romanımı basmak istemediler. Başka bir yayınevi ile anlaştım ve bastırdım. O kitap da tutmadı. Vazgeçmedim, inatçıyımdır, karakterim, inatçıdır. Yılmadım, azmettim, artık bilgisayarım da vardı ve 3’üncü romanım “Zemheri Kuyusu”nu yazdım. Birincilik ödülü parasıyla güzel bir bilgisayar edinmiştim kendime. Bilgisayarda yazdığım ilk Roman da Zemheri Kuyusu oldu.
Zemheri Kuyusu kitabının konusu nedir?
Zemheri Kuyusu kitabını yazmadan önce dersime iyi çalıştım. Dostoyevski’den Peyami Safa’ya pek çok yazarın kitaplarını tekrar tekrar okudum. Edebiyat teorisine kadar indim. Bu roman, 17 Ağustos 1999 depremi ile ilgili. Çok araştırma yaptım. Deprem nedir, sismik hareket nedir, nasıl olur, Göçük altında kurtulanların psikolojisi nedir, göçük altından çıkarılan annesi babası ölmüş bir çocuğun psikolojisi nedir? Bütün bu olguları tek tek inceledim. Enkaz altında kalan birinin psikolojini işledim bu romanımda. İsminin Zemheri Kuyusu olmasının nedeni de dedemin evinin bahçesinde bir kuyu vardı. Ben bu kuyuya bir isim vermek istedim ve zemheri adını layık gördüm. 2005 yılında basıldı ve aynı yıl Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Yılın En İyi Romanı dalında birinci olarak ödül aldım. Romanı özetleyecek olursak, Romanın kahramanı Nevrotik bir karakter. Nevroz modern zamanların yaygın bir hastalığıdır. Kahramanımız İstanbul’dan Balıkesir’e dedesinin Karaoğlan Mahallesi’ndeki evine tatile geliyor. 17 Ağustos depreminde ahşap ev yıkılıyor ve enkaz altında kalıyor. Enkazdan çıkarıldığında kendisini 100 yıl öncesinin İstanbul’unda buluyor. Çünkü enkaz altındayken evin bahçesindeki kuyuda zaman sıçraması oluyor. Her şey 100 yıl önceki depreme gidiyor. Daha sonra yine günümüze tekrar geliyor. Ev dedemin evi, kuyu dedemin evinin bahçesindeki kuyudur. Fantastik bir roman olan bu kitabım çok tuttu. Bütün kitaplarımda, Balıkesir ve İstanbul mutlaka vardır. Çünkü İstanbul’dayken çocukluğumun geçtiği Balıkesir’i özlüyordum. Yıllar sonra tekrar Balıkesir’e yerleştiğimizde, çocukluğumun Balıkesir’ini, Balıkesir’in sıcak ortamını bulamadığım için İstanbul’u özlemeye başladım. Bir tarafım İstanbul, bir tarafım Balıkesir. Onun için Romanımın konusu İstanbul’da geçiyorsa mutlaka Balıkesirliler vardır. Balıkesir’de geçiyorsa, mutlaka karakterlerde İstanbullu vardır. İç dünyamdaki bu ikiye bölünmüşlüğü Efendi Dayının Kozalakları romanında işledim. Hatta orada Balıkesir’i değil, Balıkesir yerine Bursa’yı anlattım. Olaylar Balıkesir’in Karaoğlan Mahallesi’nde geçmesine rağmen Bursa’da olmuş gibi gösterdim. Bursa’yı iyi anlatabilmek için, sokak sokak gezdim.
Konular açılmışken, ödül alan Ninemin Türküleri öyküsünü de özetler misiniz?
Bu öyküde babaannemi ve anneannemi birleştirip tek bir kadına dönüştürdüm. Her iki büyük annemin bende bıraktığı izleri anlattım o hikayede. Babaannem, “Yüksek yüksek tepelere kız vermesinler” türküsünü dinlediğinde ağlardı. Sebebi de Balıkesir’in bir köyünden gelin gelmiş. Köyünü özlüyormuş. O türküyü dinlerken de ağlarmış. Oradan yola çıkarak, Ninemin Türküleri hikayesini yazdım. Jüride bulunanTürk Edebiyat Vakfı’nın kurucularından Sevinç Çokum’un da önerisiyle ödül aldım. Sevinç Çokum Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin üyesi, öykü, roman ve senaryo yazarıdır. Benim öykülerimin çoğu Balıkesir ile ilgilidir. Balıkesir’in caddelerini, sokaklarını, parklarını, bahçelerini, evlerini anlatırım. Dedemin evindeki kuyuya zemheri kuyusu dedim adı zemheri kuyusu kaldı. Herkes öyle biliyor. Akrabalarım bile zemheri kuyusu diyor.
Zemheri Kuyusu dededen kalma evdeydi; kuyu hala duruyor mu?
Dedemin evinin varisi çok olduğu için paylaşamadılar ve müteahhide verdiler. Müteahhit eski evi yıkacak. Tabi bu arada kuyunun da yıkılacağını düşünüyordum. Balıkesir Büyükşehir Belediyesi gece yarısı operasyonu ile kuyuyu almış, Fen İşleri Deposu’na kaldırmış. Aslında kuyuyu Karesi Belediyesi alacakmış ama büyükşehir elini çabuk tutmuş. Kuyuyu, daha doğrusu kuyu taşını bir yerde değerlendirmek istiyorlar. Çünkü o bir edebiyat objesi. Yaptığım bazı görüşmelerde Çamlık’taki kütüphanenin önüne koymayı da düşünmüşler. Ne yapacaklarını ben de bilmiyorum. Zemheri Kuyusunun gece yarısı operasyonuyla kaldırılma öyküsünü, belediyeler arasındaki çekişmeyi de belki yazacağım bir kitapta işlerim.
Ne tür, kaç kitap yazdınız?
2000 yılından bu güne 13’ü roman 19 kitabım var yakında basılacak romanım ile 20 kitap olacak. Romanların dışında yazdıklarım genelde öykü ve denemeler. Mesela Türk mitolojisi hakkında bir kitabım var. Kitaplar hakkında yazdığım kitaplar var. Araştırma çalışmalarım var. Öğrencilerin çıkardıkları dergilerden tutunda ilçe dergilerine kadar yaklaşık 40 dergide makalelerim yayımlanıyor. 40 dergide yazdığım için sosyal medyada bana “Dergilerin Efendisi” diye lakap taktılar. Hatta bir yazar arkadaşım espri yapıp, “Metin Savaş’ın yazmadığı dergiyi kapatıyorlar” demiş. Bu arada okullarda seminer ve konferanslara katılıyorum. Çocuklardan beni kendilerine rol model olarak almalarını istiyorum. Çünkü bakkallıktan, Türkiye’nin en saygın ödüllerini kazanacak kadar yükseldiğimi anlatıyorum. Benden daha iyisini güzelini başarabileceklerini anlatıyorum. Ömer Seyfettin hikaye yarışmasında mansiyon, Tuzla belediyesi Roman yarışmasında Efendi Dayının Kozalakları romanıyla birincilik, Türkiye Yazarlar Birliği yılın en iyi romanı ödülü yarışmasında Zemheri Kuyusu romanıyla birincilik, Edebiyat Sanat, Kültür araştırmaları Derneği yarışmasında Erlik romanı ile en iyi roman ödülü, Türk Ocakları tarafından Edebiyat ödülü, Balıkesir Rotary kulübü tarafından da Yılın en iyisi ödülleri aldığımı başarmak için çalışanların benden daha iye yerlere geleceğini anlatıyorum.
Basılacak 20’nci kitabınız adını öğrenmekte sakınca var mı?
Sakıncası yok elbette. Daha önce Türk Ocaklarının kuruluşu ile ilgili roman yazmıştım. Türk Ocakları 100 yıllık bir sivil toplum kuruluşudur. Kızılay’dan sonra Türkiye’nin en köklü derneğidir. Her şehirde şubesi olduğundan çok yaygın bir dernektir. Bir gün beni Türk Ocakları Genel Merkezi’nden beni arayıp benden kuruluşlarıyla ilgili roman yazmamı istediler. 3,5 yılda bir roman yazdım Derneğin 100 yıllık tarihini araştırmıştım. Türk Ocakları’nda kimler var? Hamdullah Suphi Tanrıöver, Yusuf Akçal Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp, Halide Edip Adıvar, gibi büyük isimlerin kurduğu bir dernek. Onların hayat hikayelerini çalışmak durumunda kaldım. Kuruluş dönemini anlattım. Kısacası büyük hacimli Kıvılcım adlı romanı yazdım. O dönemde Türk Ocaklarının kurucu kadrosunda kadınlar var. Bu kadınların da romanını yazmam gerektiğini fark ettim. Çünkü fevkalade çalışmışlar. Kıvılcım’ı yazdıktan sonra 100 yıl önce, Atatürk’ün çevresinde de toplanan, Türk Ocağı kurucu kadınlarını yazmasam olmazdı. Aralarında, gazeteci, yazar, entelektüel kadınların hayat hikayelerini çalıştım ve bir roman yazdım. Roma’nın alt başlığı: Türk ocaklı kadınlar, üst başlığı da Dalbastı Kirazları. Onu gizli tutuyordum ama artık açıkladım.