YUNUS ÇAVUŞ

 

Yunus  Çavuş, uzun boylu dar omuzlu sert bakışlı, altmış yaşındadır.  Krom madeninde bir yıl işçi, iki yıl kasa ustası,  üç yıl  ayak çavuşu  olarak çalışmış ve  onbeş yıldır da ocak başçavuşu görevini sürdürüyordu.  Doktorlar sürekli olarak onu ikaz ediyorlardı:

“İşi bırak, bu kalp yeraltındaki  havasızlığa dayanmayarak seni götürür!”

  Ama gönlü bir türlü el vermiyordu işi bırakmaya. Madeni  İsveçli bir  şirket çalıştırıyordu. Askerden sonra işe girmiş,  zekası ve el becerisiyle ocağın emniyetini sağlayan İbrahim Ustanın dikkatini çekmiş, yanına yardımcı  olarak almış,aralıksız olarak bir yıl  birlikte çalışmışlardı. Ustası emin olunca onu üç ayağın emniyetini sağlamakla  görevlendirdi. Kısa sürede altı yüz  işçinin arasında ustalığı konuşulmaya başlamış  ustasının papucunu  dama atmıştı. Çünkü çalıştığı ayaklarda  işçinin başına fındık büyüklüğünde bile bir taş düşmemişti. Yanında üç işçiyi  kasa ustası olarak yetiştirdikten sonra onu ayak çavuşu yaptılar. İş yapacak işçiyi gözünden tanıyıp seçmesi, sevk  ve idarede   üstün başarı  göstermesi,  işinin başından bir dakika ayrılmaması sonunda  kendi ayağındaki üretim  öbür  ayaklarınınkini üç katlamasıyla dikkatini üstüne çektiği şirketin üst yönetimi,Başçavuş Hıdır Yıldız’ın şirketten ayrılması üzerine bu görevi ona vermişti.

Kısa  sürede  üretimi ikiye  katladı. Şirket, bir valinin altıyüz lira maaşının iki katı maaş, buna ek olarak gösterdiği başarısını daha da artırmasını teşvik etmek  için  ton başı 15 kuruş pirim veriyordu.   O da daha çok kazanmak  hırsıyla işçinin canını  çıkarıyordu.  İşçi ise,  şikayetçi olmak şöyle dursun, işsizlik ülkede  kolgezdiğinden  bulduğu işe şükredip  ölesiye kabulleniyordu.  İşçi alım ve çıkarılması ona bırakılmış, gözü tutmadığı işçiye yalvarmasına kulak  asmadanyol veriyordu.  Kromun dünya  piyasasında  tonu  150 TL,  bir   işçinin  günlük ücreti ise  iki lira idi.  İşçi başına  üretim  iki ton düşüyordu, üstelik ne grev, ne de emekli  hakkı vardı. Bu katmerli sömürüye kaşı çıkan iki  elinin parmaklarını geçmeyen aydın,  İş kanunu  çıkarılmasını, grev ve emekli haklarının tanınmasını istiyor, buna bir türlü yanaşmayan hükümeti ise kıyasıya  eleştiriyordu.  Şirketin bakısı ile hareket geçen iktidar, yakaladıklarını, hapse attırdı, kaçıp kurtulanlar, soluğu dış ülkede aldılar.

            Yunus Çavuş, her yıl memleketine temmuz ayında izinli olarak geliyordu.Sırtında lacivert  takım elbise, beyaz gömlek üzerinde ipekten  kravat,ayaklarında uçları pırıl pırıl parlayan iskarpinleri Şiran’ın ana caddesinde, uzun boylu bedenine verdiği alımlı havasıyla yürüyüşü,  hemen dikkatini üstüne çektiği yoksulluktan yamalı don, ayağına çarık zor bulan  halk birbirini dürterek fısıldaşırdı:

 “Kim bu adam, Kaymakam  Bey  mi?”

 

 Kapı önüne dökülen esnaf, müşterisi olması için tanrıya dua  ederdi.  Şanslı olan  heyecanını perdeleyerek   altına  sandalye sürerken

  “Çay, kahve ne arzu edersiniz?”

    Tahta oturuyormuş gibi kasılarak;

“ Kahve, lütfen sade  olsun! “

 

  Güzel hitap etme ve  kibar konuşmasını  dikkat edip  tekrarlayarak   mühendislerden öğrenmişti. Yunus Çavuş, fiyatını sormadığıyazılı   listesindekileri  dükkan  sahibi  hazırlarken o da kahvesini  yudum yudum içerdi.

Satıcı  yarı beline kadar eğilerek dualarla uğurlaması boşuna değildi. Çünkü yaptığı alışveriş dükkanın bir aylık cirosuna ve  iki kat karına  bedeldi.

Yunus  Çavuş,  başka köyden evliydi. İş verirde bir dilim ekmek parası kazanırız  umuduyla kendi köylüleri  “ Bizim oğlan“ ,  eşinin köylüleri “ Bizim  enişte “ diye etrafında pervane gibi döner, aralarında paylaşamaz, akşam yemeğine  davet etmek için birbirini iterek sıraya girerlerdi.

 

                   Genç kızlar kovalarla taşıdıkları suları küplere boşaltıyor, anaları evi silip süpürerek  ayna gibi  parlatıyor, yıkadıkları çamaşırları çitlere seriyorlardı.

 Bu yakın ilgiden başı dönen Yunus Çavuş,  bir gün Şiran  halk pazarında karşılaştığı  kendi  ve eşinin köylülerini içki ziyafetine davet etti. Çektikleri  rakı ile küfelik  hale gelen millet, gece yarısı çıktıkları yollarını  tamamlamayarak,ekin tarlaların içinde Yunus Çavuş’un rakı  içirdiği atıyla  birlikte sızıp kaldılar.

  Köylülerin canla  başla taşıdıkları   süt, yoğurt,  bal ve yumurtayla ev mutfağı dolup taşıyordu.

 

                 Yunus Çavuş, isteme istemeye iki adımda bir  arkasına bakarak işten  ayrılıp köyüne döndü. Köyü, çam ve köknar ağaçlarının  halı gibi  kapladığı, birbirine dayanak aldıkları güçle doruklarını gökyüzüne fırlatmış  ulu dağların arasında idi. Gök kubbe, yağmuru ile  besleyip büyüttüğü kem gözlerden  korumak için bir ana gibi üstüne eğilerek bağrına  bastığı  ormanlar,dumanlı ufuklarda kayboluyordu.

                  Şiran Ve Kelkit köylüleri, doluştukları ormanların içinde  yaş ağaçlara yumularak  baltalarını  sallarken “Çok yaşa Menderes Paşa! “ diye attıkları sevinç naraları devrilen ağaçların çığlıklarına karışıyor,  ormanların  içinde dalga dalga yankılanıyordu. Orman Bakım  memurları gözü gibi bakıp koruduğu  ormanların acı çığlıklarını duymamak için binaların içinde kuytu köşelere  sığınıp  kulaklarını tıkıyor,  sımsıkı kapattıkları gözlerinden  yaş,  dişleriyle ısırdıkları dudaklarının  arasından kan çizgi çizgi  kan sızıyordu. Yaş ağaç kesmek yasaktı,odun kurumuş  ağaçlardan yapılacaktı. Gelgelelim iki ilçe halkına yetecek  kuru ağacı ara da bul. 

 

Müdür ve mühendisler,  Ankara’dan gelen emri  içleri kan ağlayarak bakım memurlarına iletmişlerdi.

                “ Görülmeyecek ve  duyulmayacak!”

 

Kayınvalidesi  Yunus, Çavuş’u ziyarete  gelmişti. Evin  balkonunda   oturuyorlardı. Sohbet  esnasında  kayın validesi  merak edip sordu:

“Niçin  Menderes Paşa diye bağırıyorlar?”

 Yunus Çavuş, sağ eliyle ormanı işaret ederek:

“Sağır Paşa, bunun kulağını göstermemişti  bize!”

                    Sustu. Derinden bir of çekti, sonra konuşmasına devam etti:

 “Ama Menderes Paşa yanlış yapıyor, bir koltuk için memleketin  geleceği  olan orman feda edilmez. Şu anda  bütün köylülerin oyları, su gibi ona akıyor, fakat bu köylüye hiç güven olmaz.  Yarın işine gelmediği anda tapmışgibi  sevdiğiniMenderes’e  arkasını dönüp tanımazlıktan  gelirse hiç şaşmam!”

   “ Niye ?”

  Yunus Çavuş’un bu soruyla  yüz hatları birdenbire değişti,  gerildi, kaşları  çatıldı, göz bebekleri tekerlendi,  öfke ile ayağa fırladı,  balkonun  batı tarafına hızla yürüdü,   korkuluklara değince kendine geldi.  Sağ elini köy yönüne doğru olanca kuvvetiyle savurduktan sonra  dönüp kayınvalidesine bağırdı:

                      “Niyesi var mi yahu?.. Daha düne  kadar önümde arkamda  kırk takla atan, şimdi ise, bu  adam da kimmiş  diyerek dönüp yüzüme bile bakmıyor, bu yallozoğlu  yallozlar! “

                                                                                                                                            

Exit mobile version