Hilmi DUYAR / POLİTİKA / Alman Gazeteci, yazar Günter Wallraff, aykırı düşünceleri nedeniyle tanınsa da onu meşhur yapan, dünyaya tanıtan, “Ganz Unten” (En alttakiler) kitabıydı. Wallraff, dünyada “Best Seller” olan kitabını yazmak için, Türk işçi kılığında, Ali Levent Sinirlioğlu takma adıyla, kömür ocaklarında, aralarında Mc Donalds’ın da bulunduğu çeşitli firmalarda, insanların denek olarak kullanıldığı klinik araştırmalar yapan ilaç şirketlerinin laboratuvarlarında çalıştı. Edindiği bilgiler, yaşadığı deneyimleri Ganz Unten adlı kitabında romanlaştırdı.
İşçi öyküleri, romanları yazan Celal İlhan’ın çocukluğundan günümüze yaşamı mücadeleler ile geçti. Yazdıkları Wallraff’ın kurguları gibi değil, yaşamın ta kendisiydi. İş kazaları, işverenin davranışları, sendikal hareketlerin önünü kesmek için yapılan oyunlar kitaplarının özünü oluşturdu. İşten atıldığı gün 2’inci kızı dünyaya gelmişti. Sevinsin mi, üzülsün mü? bilemedi. Köy enstitüsü mezunu yazarları, şairleri, kendine örnek edindi. Kitapları, hayallerin, düşüncelerin, varsayımların, değil gerçeklerin yaşanmışlıkların birebir örtüştüğü öykülerden oluştu. Celal İlhan hala toplumu aydınlatma savaşımını sürdürüyor. Türkiye’deki gelişmeleri üzüntüyle izleyip, geleceğin karanlığını aydınlığa çevirmek için 80 yaşında olmasına rağmen mücadele verdiğini söylüyor. “Köy enstitüsü gibi, düşünce, eylem üreten, iş üreten büyük kurumlar kapatıldı. Şimdi Türkiye’ye büyük bir ihanet için imam hatiplerle işi idare etmeye çalışıyorlar. Bunu hepimiz görüyoruz, yaşıyoruz ve yarına umutla bakamaz hale getirildik. Umudu tüketmemek gerekiyor” diyor yazar Celal İlhan ve köy enstitülerinin Atatürk Devrimleri kadar önemli olduğuna vurgu yapıyor
Celal İlhan kimdir?
29 Aralık 1943’de, Yozgat’ın Köçekkömü Köyünde doğdum. İlkokulu köyümde, ortaokulu Yozgat’ta, yüksek okulu Ankara Tekniker Yüksek Okulu’nda tamamladım. 1963-69 yıllarında Devlet Su işlerinde (DSİ), 1971-80 yıllarında Akdeniz Gübre Sanayi’nde, 1982-89’da Orhangazi Asil Çelik AŞ’de makine bakım teknikeri olarak çalıştım. 1989’da emekli oldum. İşyeri baş temsilciliği düzeyinde sendikacılık yaptım.1999 yılında Anadolu’da Bir Nokta, 2005 yılında Ateşle Dans, 2007 yılında Dokunan, 2009 yılında Grevden Dönenin, 2012 yılında Dili Yüreğinde kitaplarım yayımlandı. 2002’de Ateşle Dans adlı öykü kitabım 5’inci SES Kültür Sanat Yarışması’nda Özendirme ödülü, 2003’te Altmışbeş Metrede adlı öyküm Abdullah Baştürk Öykü Yarışmasında birincilik, 2009’da Grevden Dönenin adlı Romanım Abdullah Baştürk İşçi Öyküleri yarışmasında birincilik, Dili Yüreğinde adlı öykü kitabım, Orhan Kemal öykü yarışmasında Mansiyon ödülüne layık görüldü.
“Tekniker” denildiğinde pek çok kişi, makinelerle, elektrikle, motorla uğraşan insanları aklına getirir ve teknikerliği edebiyatla sanatla bağdaştıramaz. Siz hem mesleğinizi yapmışsınız, hem sendikal mücadele vermişsiniz, hem de öyküler romanlar yazmışsınız. Yazınsal yapıtlara nasıl yöneldiniz?
Bütün yazarların, çizerlerin, sanatçıların, genel olarak çocukluk dönemleri sancılı olmuştur. Çocukluk dönemleri sancılı insanlar, olanak bulurlarsa daha çok yazmaya veya sanatın diğer dallarına yöneliyorlar. Bu durumu özellikle belirtmek istememin nedeni, sanatçı, yazar, çizer, üstyapı ustaları eğitimli ailelerden, kentli, kent soylu insanlardan çıkar gibi bir algı vardır ve genellikle böyle bir şey söylenir. ‘Kültürlü bir aileden çıkarsa, kültürlü adam çıkar’ gibi laflar edilir. Ben buna yarım gerçek diyorum çünkü gerçeğin yarısı başka türlü. Köy enstitüleri bunun böyle olmadığını kanıtladı. Köy enstitüleri en zor koşullarda çocukluğunu geçirmiş insanların çok daha üretken olabileceğini, toplumsal sorunlara daha yakından içtenlikle eğileceği gerçeğini gösterdi bize. Bu, bir, iki, üç, dört değil. Köy enstitülerinden yüzlerce yazan insan çıktı. Bu yazarlar, köy enstitüsünden mezun olan Bin 308 kadın, 15 bin 943 erkek toplam 17 bin 251 köy öğretmeni arasından çıktı. Köy enstitülerinden çıkan insan sayısı o rakamlarda sınırlı kaldı. Egemenler bunun farkına vardı, ‘Tamam bu işi bitirelim’ diyerek, acımasızca vicdansızca, Türkiye’nin bugünkü karanlığa gömülmesini kesinlikle önleyecek, Atatürk devrimleri kadar önemli bir olguyu gözlerini kırpmadan, acımadan, kesip, attılar. Benim için köy enstitüleri ve oradan mezun olan öğretmenlerin ayrı bir anlamı var. Bizim kuşak köy enstitülü öğretmenlerle yüz yüze geldi. 1943 doğumluyum. 1950’li yıllarda ilkokula köy çocuğu bir öğretmen geldi. Köy enstitüsünden yeni mezun olan genç bir öğretmen, İsmi de Cuma Doğan. Köyümüze yakın bir yerde doğup, büyümüş. Bizim için bu öğretmen kesinlikle bir şanstı. Herhangi bir öğretmen, sıradan bir öğretmen bizi uyandıramazdı. Köy enstitüsünden aldığı cevherle, güçle sarıldı bize. Herkese kitaplar dağıttı. Çocuk halimizle, kentli yaşamdan, kültürden uzak köy yaşamı içindeki hayatımızı değiştirdi. Biraz da insanın içinde özünde olacak ki onun üstüne yapısını kursun. Arkadaşlarımla birlikte bana da Beyaz Lale isimli bir kitap verdi. Hiç unutmam benim ilk okuduğum kitaptı. Köyde yaşamamıza rağmen babam evde kitap bulundururdu. Ebu Müslim Horasani’nin kitapları vardı. Beyaz Lale’yi öğretmenimin verdiği ilk gün okumuştum. Ertesi gün öğretmenime götürüp, ‘Okudum’ dedim. Cuma öğretmenim kısa sürede okuduğuma inanmadı ve ‘Anlat bakalım’ dedi. Aklımda kalanları anlatınca, kitabı okuduğumu anladı. ‘Aferin’ diyerek başımı okşadı, beni çok onurlandırdı. İşte ben o andan itibaren edebiyat konusunda ateşlendiğimi düşünüyorum. Babamın okuduğu kitaplar, bir de öğretmenin verdiği ilk kitap. Ondan sonra artık ufak ufak duyduğumuz, bulduğumuz şeyleri okuma yoluna gittik. Çocukluk dönemi ortaokula kadar köyde geçti Köçekkömü Köyü Yozgat’a 5 kilometre mesafededir, yani yürüyüş mesafesinde. Yozgat’taki ortaokula 2 yıl yürüyerek gidip geldim. Bütün köyün çocukları karda, kışta, kıyamette, yürüyerek okula giderdi. Tipi, fırtına olduğunda, başka çözümler bulunur, büyüklerimiz getirirler, götürürlerdi. Babam bir gün, ‘bu iş böyle olmayacak’ dedi ve Yozgat’ta ev satın aldı. Çünkü Abim de Yozgat’ta lisede öğrenim görüyordu. Eski bir Ermeni evine yerleştik. Ev çok güzeldi. İşlemeli, donanımlı, dolaplı, hiç görmediğimiz şeyler bunlar. Tavanlarında süslemeler vardı. Böyle güzel bir yere gelmekten şaşırdık. O zaman duyduğum mutluluğu anlatmak mümkün değil şimdi.
Yozgat’a yerleşince daha çok okuma olanağına kavuşup edebiyata mı yöneldiniz?
Yozgat’ta, köyden uzaklaşmış olsak da bağımız kopmadı. Köy hem yakın, hem tarla tapanımız orada, hem akrabalarımız orada. Ben Yozgat’ta sanat enstitüsüne girebildim Lise istememe rağmen babam, çabuk iş bulmam, tarla işlerine de yardımcı olmam için beni liseye göndermek istemiyordu. Son derece aydın bir insan olmasına karşın köyde bir erkek çocuğa ihtiyacı var. Abim zaten lisede okuyor. Ben esasında kaçarak bu işi becerdim. Amcam vardı Yozgat’ta. O daha önce göçmüştü köyden, ona sığındım. ‘Amca beni okula yazdır’ dedim. O da götürdü sanat okuluna yazdırdı. Babam da gelişmelere karşı çıkmayınca okula girmiş olduk. Sanat okulu, şimdiki sanat okulları gibi değil. Atölye dersleri daha fazla, kültür dersleri zayıftı. Ben edebiyat öğretmeni görmedim. Edebiyat derslerine bir avukat hanım giriyordu. Türkçe dersini, edebiyatı sevdirecek nitelikte bir öğretmen değildi zaten. Fakat okulda okuma yazmayla bağlantılı arkadaşlar edinmeye başladım durup dururken. Muammer Süngül adında benden bir iki yaş büyük arkadaşımla birlikte kitaplar okumaya başladık. Muammer aynı zamanda kahvehanede çalışıp harçlığını çıkaran biriydi. Onun okuduğu Varlık dergilerini o bitirdikten sonra ben de okuyordum. Zamanımı Muammer ve edebiyata, okumaya adamış arkadaşlarla geçirmeye başladım. Kendiliğinden gelişen bir durumdu ve bir seçme de değildi. Bizi epeyce edebiyatın, okuma eyleminin içine soktu. Muammer kültür ile ilgili hangi taşı kaldırsan altından çıkıyordu. Herkesin tanıdığı ünlü şair Abbas Sayar Yozgat’ta Bozok diye gazete çıkarıyordu. Resmi ilanlarla, sattığı kitaplarıyla geçimini sağlıyordu. Küçük bir baskı makinası vardı. Muammer aracılığı ile Abbas Sayar ile gazetede tanıştık. Muammer’in şairliği de vardı. Lise yıllarında gazetede şiirleri yayınlanıyordu. Bende arkadaşıma özenerek bir şiir yazdım ve Muammer şiirimi Abbas Sayar’a götürdü. Çünkü ben gitmeye utanıyordum. Abbas Sayar şiirimi okuyunca benimle tanışmak istemiş, gittik tanıştık. Şiirim, Yılkı Atı’ romanının tefrikasıyla birlikte yayımlandı. Şiirimin yayımlanması da beni tetikledi. İlk kıvılcım Cuma Doğan öğretmenimden, ikincisi, şiirimin Bozok Gazetesi’nde yayınlanmasından kaynaklandı. Daha sonra Abbas Sayar ile hep görüştüm, ‘oğlum iyi şeyler yapıyorsun devam et’ dedi. Ondan sonra biraz daha sıkı, yazma değil de okuma eylemine başladım. 1962-63 ders yılında sanat enstitüsünü bitirdim ve ağabeyimin yanına Ankara’ya geldim, iş aramaya başladım.
Askerlik öncesi iş aradığınıza göre okumaya yazmaya ara mı verdiniz, bir an önce yaşam savaşını başlatmaya karar mı verdiniz?
Sanat Okulundaki öğretmenlerimiz bizi havaya sokmuştu. ‘Sizin kolunuzda altın bilezik var. Liseliler aç kalır, açıkta kalır, siz aç ve açıkta kalmazsınız. İstediğiniz zaman iş bulursunuz’ diyorlardı. Kazın ayağı hiç öyle değilmiş. O zamanlarda Ankara’da sanayi fazla gelişmemiş. Yarı yetişmiş elemanları kapıp değerlendirecek sanayi yok. Küçük birkaç işletme Rüzgarlı Sokak’ta vardı. Muammer Kırıkkale’de kaldı. Bizim bir bölüm arkadaşımız Kırıkkale’de Makine Kimya Endüstrisi’nde (MKE) istihdam edildi. Benim gözüm Kırıkkale’de filan değil. Düşüncem Ankara’da daha başka işler yapmak. En sonunda bir iş buldum. Bodrum’a soktular beni. Yarı yerine kadar su dolu. Izgara tahtalarının üstünde, bir mengene dünya kadar boruyu yığmışlar oraya, Testere ile boru keseceğim. Bir hafta kadar çalıştım ama çok yıprandım. Ablam fark etti, ‘Oğlum ne yapıyorsun da bir haftanın içinde böyle zayıfladın’ diye sordu. O anda işi bırakmaya karar verdim. 1 Hafta çalıştım, bir miktar para aldım. O iş yeri, emek sermaye çelişkisinin ilk tokadını yediğim yerdir. Sanat okulu mezunu olduğumu söylememe rağmen, ‘Ne yapacaktık seni ustabaşı mı yapacaktık? Çalışacaksan çalış çalışmazsan çek git’ dediler. İlk işimden ayrıldıktan bir süre sonra daha iş aradım, derken DSİ’de laborant olarak çalışmaya başladım. Ardından Ankara Tekniker Yüksek Okulu’na girdim ve gündüz çalışıp, geceleri okumaya devam ettim. DSİ’deki iş beni gayet iyi geçindirdi. 1969 yılında da askere gittim.
Askerliğinizi nerede ne olarak yaptınız?
Askerliğimi Jandarma olarak Antakya’da asteğmen olarak yaptım. Müthiş bir 6 aylık dönem oldu. Serde solculuk olduğu için erlerle çok yakın bağlar kurarak gece derslerine girdim, derse gitmeyenlerle konuşup ikna etmeye çalışıyorum. Anadolu çocuklarına bir şeyler aktarabilmek için büyük bir çaba içine girdim ve sonunda karşılığını ceza olarak aldım tabii. Cezalandırıldık. Ne koşturuyorsun her yere? Orada şöyle demişim, burada böyle demişim diyerek bana katıksız 1 hafta hapis cezası verdiler. Benim hapisliğimin hepsi odur. Hapis cezasından sonra çok dikkatli oldum. Ya da konuşmalarıma denk gelmediler. Yoksa oldukça atak bir insan olduğumun farkındaydım. Takım komutanım muvazzaf Üsteğmen Alişan, bendeki cevheri kendince keşfetmiş olmalı ki, Antakya Lisesi’nde girdiği Milli Güvenlik derslerine beni göndermeye başladı. Sen şuraya da git, oraya da git, kız enstitüsünde de ders ver. Bir günde 3 sınıfa ders veriyorum. 1970’li yıllar ortalıkta oldukça kargaşa var ve yoğun toplumsal hareketlerin olduğu bir dönem. Ondan etkileniyorum, Devrim Gazetesi okuyorum hatta o gazeteyi birliğe bile alıyorum. Biraz fazla gözü karalık ama bunları yaptım. Bir gün lisede dersten çıktıktan sonra lise karışmış. Türk Silahlı Kuvvetleri’ne hakaret etti söylentisi yayılmış. Lisedeki ülkücüler konuşmalarımdan huylanmışlar.
Neler söylediğinizi anımsıyor musunuz?
Doğal olarak anımsıyorum. Örneğin bir asker olarak diyorum ki biz NATO’ya bağımlı hale getirildik. Çatalımız, bıçağımız bile NATO’dan temin ediliyor. Böyle bir şey olabilir mi? Bağımsız bir ülkenin silahlı kuvvetleri bu kadar bağımlı olursa, bağımsızlıktan söz edilebilir mi? gibi tümceler kullandığımı anımsıyorum. Söylediklerim haksız hukuksuz şeyler değil bunlara ne dokunduysa ortalığı birbirine katmışlar. Ama çok iyi anımsıyorum giydiğimiz botlar, kullandığımız araçlar, hepsi NATO’dan bize gönderilenler. Böyle bir şey olabilir mi? diye çocuklarla konuşuyoruz. Bu sohbet sonrası fırtına koparılmış lisede. Sonra beni seven çocuklar, 2-3 gün sonra birliğe geldiler. Bana garnizonda bir şey yapılıp yapılmadığını öğrenmek istemişler. Oradaki kargaşadan sonra askeriyede de aynısı olacağını düşünmüşler. Bu olaylar moralimi bozunca izne ayrıldım. Yozgat’ta dinlenip geri gideceğim. İzinde ülkücülerin saldırısına uğradım. Yozgat’ı avuçlarının içine almışlar, hastanelerden rapor alamadım. Tabi adamlar yargılandı ama beraat ettiler. Jandarmaya haber vereceğim bu sefer bana zararı dokunur diye onu da yapmadım. Askerliğim böyle olaylarla bitti. Ben kıraç bir bölgede büyüdüğüm için Antakya bana bir cennet gibi göründü. Palmiyeler, park, mozaik müzesi, deniz, doğa, bütün bunların yanında arkadaşlarım var. Benim bu bölgede çalışmam lazım diye düşündüm. Aklımda Mersin var. Terhis olur olmaz, memlekete gitmeden Mersin’e gittim. Mersin’in girişinde bir gübre fabrikası eleman alınacak yazısı ile karşılaştım. Hemen fabrikaya girip yetkililerle görüştük. Biz seni çağırırız dediler oradan ayrılıp Ankara’ya döndüm.
Çalışmak için DSİ’ye tekrar başvurdunuz mu?
Gitmedim. Ankara’ya geldikten 15-20 gün sonra Mersinden çağırdılar. Mülakatın ardından işe başladım. 1970-80 yılları arası Gübre Fabrikası’nda çalıştım. Çalıştım da düzgün bir çalışma değildi. İlk gittiğimden itibaren donanımlıydım, emek, işçi sınıfı, sendika konularında bilgim vardı ve o nedenle bir sorumluluk taşıdığımı düşündüm. Sendika olmadığını öğrenince işçilerle yakın ilişkiler kurdum, onları kendimce yönlendirip sendikalaşmayı kararlaştırdım. Bir grup arkadaşımla bunların hesapları içindeyim ve hakikaten olaylar istediğim gibi gelişti. Patron bunları öğrenince, uyduruk bir sendika kurdurdu, sözde sendika var. Biz buna karşı ciddi bir sendikayı örgütlemenin mücadelesi içine girdik. 2 sene sürdü ve Petrol İş Sendikası’nı yetkili hale getirdik, o uyduruk sendikayı da başımızdan defettik. Ben sendikanın yönetiminde görev almadım. Daha doğrusu ben kurduğumuz sendikaya göre biraz fazla keskin ve sivri bulunduğum için görev verilmedi. Sendikaya karşı baskılar artınca, öyle bir duruma gelindi ki 1975-76 yıllarında kimse temsilciliği kabul etmez oldu. Çünkü çok baskı var, sindirme var. Sendikacılar hiçbir şey yapamıyor, elleri ayakları bağlı. Ya da yaptıkları çok sınırlı şeyler. İşçinin profili bölge insanından oluştuğu için niteliğe bakmıyorlar. Bu bizim köylü, ötekisi bilmem kimin şeyi. Temsilcileri böyle seçiyorlardı. Sonunda o dediğim noktaya gelince dediler ki tamam Celal’i temsilci yapalım, onun günleri geldi. Beni baş temsilci yaptılar.
Sendikacılık günleriniz zor bir zamanda başlarken siz neler yaptınız, neleri başardınız neleri başaramadınız? Başınıza iş açıldı mı?
Temsilciliğimin daha 2’inci ayında, ciddi girişimlerde bulundum. Çünkü gübre fabrikaları kimyasal ortamlardır. Kimyasal maddelerin en egemen olduğu yerlerdir. Sülfürik asit, fosforik asit, nitrik asit ve benzerleri üretilir. Bunların hepsi yakıcı, yanıcı şeylerdir, gübrenin temel ham maddeleridir. Öyle olunca iş kazaları yanma olayları, gazdan zehirlenmeler, sık olurdu. Bunlara karşı baş temsilci olarak ciddi önlemler alınmasını istedim. Asitle çalışanlar için, özel giysi, maskeler istedik. O güne kadar temsilciler bunların hiç birini istememiş. Tozlu, asitli ortamlar için sendikal yaptırımları kullanmamışlar. Ben, bunlar istenmediği, işveren de istendiği için şaşırdı. ‘Ne oluyor? Sen nereden çıktın oğlum?’ dedi adam. Ben almak için, işveren vermemek için mücadele ediyoruz. İş bu noktaya geldi. Genel müdürle görüşmek istiyorum kabul etmiyor, randevu istiyorum vermiyorlar. Bende de Allah vergisi yazma var, her şeyin başı sağlıktır başlıklı etkili bir yazı gönderdim. Yazıya yanıt beklerken, başka bir bölüme atandığıma dair tebligat geldi. Ben vardiya şefi gibi teknik bir görev beklerken iş güvenliği ile ilgili 3-5 kişinin çalıştığı bölüme gönderildim. Ayrıca yönetmelikte baş temsilciyi isteği dışında bir yerden bir yere nakletmek, aktarmak olamaz diye bir madde var. Bu maddeye dayanarak gitmem, benim görevim bu dedim. 2 gün sonra işten çıkışımı verdiler. 1976’da atıldık. Grevden Dönenin adlı kitabım bu mücadeleyi anlatır. Sendika elimizden tuttu bırakmadı, maaşımın yarısını verdi. Ben sendikacılığa dışarıdan devam ediyorum. 1 seneye yakın sürdü dışarıda kalmam. Bu arada fabrikada toplu sözleşme dönemi geldi. Sendika benim toplu sözleşme masasında olmamı sağladı. Hem işçilerin hakkı için savaşıyorum, hem kendi hukuk mücadelemi sürdürüyorum. Sonuçta iş mahkemesini kazandık. Yargıtay’a götürdüler, Yargıtay’da kazandık. Fabrikaya yeni bir genel müdür gelmiş. Benim işe başlamamı istemiyor tazminatımı verip göndermek istiyor. Sendika grev kararı aldı. O günlerde hükümet değişti, Ecevit hükümeti kuruldu. Ben Mersin’de sendikal mücadeleyi sürdürürken, bir yandan da CHP’nin gençlik kolu başkanlığını da yapıyorum. O zaman hiçbir sorun kalmadı bizimkiler geldi dedik, ben haklıyım, kazanmışım, gidip çalışacağım başka yolu yok. Grevi başlatacağımız gün Çalışma Bakanı Turan Esener geldi Mersin’e Genel müdürün görevden alındığını söyledi. Çok harika bir durumdu. Fakat 1 yıl içinde başka bir sorunla karşılaştık. Değişen sendika şube yönetimi ve yeni gelen genel müdür anlaştı ve beni işten çıkarttılar. Sadece beni değil, benim ekibimin de görevine son verdiler.
İşlerlik kazandırdığınız sendikanın kurbanı olmuşsunuz, sizi uğradığınız ihanet yazmaya mı sevk etti?
Mersin’de işten atıldıktan sonra Bursa’da Asil Çelik Fabrikası’nda 6 yıl çalıştım. Ateşle Dans kitabımda da çelik fabrikasındaki iş yaşamıyla ilgili öyküler yer alıyor. Çalışma yaşamımda pek çok birikimim olmuş. Sendikal, toplumsal, mücadelelere girip çıkmışım, sonra emekli oldum. İçimde olan yazma arzusu yeniden balkıdı. Çeşitli biçimlerde, ama gazetede, dergide, yazılarım çıkıyor, fakat öyküdür, romandır, onun gibi yazınsal çalışmam yoktu. 1989’da emekli oldum. 2000 yılına kadar çeşitli yerlerde çalışarak günlerimi geçirdim. Ondan sonra bir olanak çıktı karşıma. Aldığım bir tarla imara girdi, ben bir şeyler edindim ve ekonomik olarak rahatladım. İşte o zaman başlayabildim yazınsal çalışmalarıma. 9-10 öyküyle katıldığım yarışmada birinci oldum. İşçi meseleleriyle ilgili bir öykü yarışması olursa, katıldım mıydı mutlaka bir derece alıyorum. Kitap olarak da, Grevden Dönenin ile, Ateşle Dans ile, Dokunan ile bu alanda başarılarım oldu. Başka konularda öne çıkamıyorum. Ayrıntılı, detaylı, incelikli, bir edebiyat bana çok yakın değil. Benimki apaçık, tarafını belirlemiş ne yaptığının farkında bir yazma serüveniydi ve bu fark edildi. Bu aşamada bazı şeyler oldu. Edebiyat çalışmalarına girdiğim zamanlarda, köy enstitülüler ile tanıştım. Kitaplarını okuyordum ama Talip Apaydın, Ali Dündar, Osman Bolulu, Fakir Baykurt’u görmemiştim, kitaplarından tanıyordum.
Tanıştığınız yazarlar size ne kattı?
Benim ilk kitap çalışmam köyümle ilgili oldu. Köy enstitüsü mezunu öğretmen, yazar Arif Baş, şimdi onun adına öykü yarışması var, ben onun etkisindeydim. Köyü ile ilgili bir kitap yazmıştı. Öyküleri ödüller alan, Yozgat Bozok ve Yozgat Postası gazetelerinde yazıları çıkan il genel meclisi üyeliği ve belediye başkanlığı yapan Ali Baş, doğum yeri olan Bahadın ile ilgili kitap yazmıştı. O kitabı okudum ve elim kalem tuttuğu için kendi köyümün kitabını yazdım. 1 yıldan fazla çalıştım, köyü taradım, anılarımı yeniledim, yaşlı insanlardan yörenin geçmişiyle ilgili bilgiler aldım. Onları derledim, topladım, Anadolu’da Bir Nokta, diye Köçekkömü Köyü’nün kitabını yazdım. Köy enstitüleriyle ilgili bağlantılar kurdum, kitabımı mezunlarına verdim. Mahmut Makal özellikle dedi ki ‘Celal, kitabını okudum. Pek çok eksiği var ama bu omurgayı oluşturan bir yazar çok daha iyilerini yazar. Sakın yazmaktan vazgeçme’ dedi. Makal’ın sözleri benim için çok önemliydi, ilkokul öğretmenim Cuma Doğan, gazeteci şair Abbas Sayar ve Bozok Gazetesi’nde çıkan şiirimden sonra 3’üncü kırılma veya üçüncü atak noktası oldu diyebilirim yazmama. Katıldığım bir yarışmada önce özendirme ödülü verildi. Görüldü ki ben farklı bir şeyler anlatıyorum, işçi meselelerini, fabrika çalışanlarının sorunlarını, alın terinin değersizliğini, alın terine hor bakılışı anlatılıyorum. Bunlar dikkat çekmiş. Yarışmada ödül koyan kurumlar arasında Edebiyatçılar Derneği de vardı. İnsan bunları yaşayınca iyi şeyler yapmaya hazır olduğunu hissediyor. Bu çok önemliydi ve ondan sonra öykü yazmaya devam ettim.
Yazdığınız öykülerle birlikte ödüller de gelmeye başladı. Siz hayaller, kurgular, yerine bire bir yaşanmış gerçekleri mi yansıttınız öykülerinizde?
Ben tamamen yaşadıklarımı, gördüklerimi yansıttım. Altmış Beş Metrede adlı Mersin gübre fabrikasındaki bir birimde yaşanmış olayı anlattım. O öyküyle katıldığım bir yarışmada da birincilik aldım. Zaten işçi öyküleri yarışmasıydı, adı üstünde. Abdullah Baştürk adına açılmış bir yarışma. Aldığım son ödülden sonra, ben kendimi yazar hissetmeye başladım. Arkasından ilk öykü kitabım Ateşle Dans, son iş yerim çelik fabrikasında yaşananların okura aktarılmasıydı. Ardından, Dokunan adlı yapıtım köyden Ankara’ya gidişi, bizim çevremiz insanını anlatan bir kitap. Ondan sonra da, Dili Yüreğinde diye bir kitap. Dili yüreğinde kitabımdaki erek, Türkçe dilini öne çıkarmaktı. Türkçeyi, düzgün, içtenlikle arı ve duru kullanmak konusuna ağırlık verdim. Bu ağırlığın nedeninde yine köy enstitülüler yatıyor. Benim yazdıklarımı köy enstitülüler gözden geçiriyor. Başta Mahmut Makal olmak üzere, köy enstitülü yazarlar sözcük, sözcük tarıyorlar, ‘bu eski sözcüğü niye kullandın’ diye sitem ediyorlar. Bir yerde vitrin yazmışım, Ali Dündar, ‘Oğlum vitrin diye bir şey yok sergen diye bir sözcük var’ dedi, bu da bana ders oldu. Bende dil duyarlılığı uyandırdılar. Türkçe olmayan sözcükleri konuşurken kullanılıyor ama yazarken devre dışı etmek, çıkarmak mümkün. Kimilerince çok makbul bir özellik sayılmıyor. Günlük konuşma dilinde ne varsa onu kullanmanın vatandaşlarca anlaşılacağı düşünülüyor. Benim vatandaşımın benim yazdıklarımı anlamasını ilk planda kabul ettiğim bir şey. Anlaşılmayan bir metnin hiçbir değeri yok benim gözümde. Şiir için bu konu bu kadar net söylenemese de öykü ve roman için kargaşa yaratmak, yazılanları puslandırmak, bulandırmak, ben bunlardan hoşlanmıyorum. Yazılanlar, açık olmalı, net olmalı, iletilmek istenen okuyana ulaştırılmalı. Bu kaygıyı taşıyan bir insanım. Bu özelliği, dediğim gibi köy enstitülü ağabeylerimden aldım. Köy enstitülüler benim yolumu değiştirmemiş. Benim gittiğim yolun daha düzgününü, daha etkili olanını bana önermişler. Onun için de hemen kucaklamışım.
Grevden Dönenin adlı kitabınız sizin yaşamınızdan bir kesit mi? Sendikal mücadelenizi mi anlattınız?
Emekli olup belli bir dönemden sonra art arda kitaplarım yayınlandı. Kitaplarımda, iş hayatımı, sendikal mücadelemi öykülerle aktardım bir miktar. Fakat anladım ki öykülerle bu işi doğru dürüst, yeterince yansıtamıyorum. Daha derli toplu bir şey yapmak gerektiği sonucuna varmış olmalıyım ki, Grevden Dönenin kitabına başladım. İlk baskısı anı olarak yayınlandı. Kitabı yazar Osman Şahin okumuş. Bana, ‘niye bu kitabı anı olarak verdin? Bu düpedüz roman’ deyince 2’inci baskıyı kaynak yayınları anı roman olarak yaptı. Abdullah Baştürk İşçi Edebiyatı Ödülü daha önce Abdullah Baştürk Öykü Yarışması’ydı. 6-7 sene sonra baktılar pek çok öykü geliyor içinden çıkmak zor, öykü yarışmasını edebiyat yarışmasına çevirdiler ve kitapla katılma koşulu getirdiler. O yarışmaya ben Grevden Dönenin kitabı ile katıldım ve birinci oldu kitap. Birinci oldu ama ilginç bir özelliği var. Yarışmanın sekreteryasını yapan Tuncer Uçaroğlu bana, ‘2’inci kez ödülümüzü kazanıyorsun ama bu kitap ilk defa oy birliğiyle birincilik verilen kitap unvanını aldı’ diye müjde verdi. Grevden Dönenin hiç rakipsiz birinci olmuştu. 80 yaşındayım ve artık yazmak içimden gelmedi. Kendini tekrar etmek, kendini yinelemek bir yazar için iyi değil. Bir yazar bunu hissetmeli. 5 sene önce noktayı koydum. Şimdi arkadaşlarımın kitaplarıyla ilgili çeşitli konularda yazma eylemini sürdürüyorum tümüyle terk etmemek adına.
Sizin okurlarınıza aktarmak istediğiniz önerileriniz var mı?
Bazıları ısmarlama yazıyor. Gazetede bir iş kazası haberini okuyor, oturup yeteneği ile öyküleştiriyor. Burada bir yaşanmışlık yok. Benim yazdıklarım hayatımdan kesitler. Okuyucu benim yazdıklarımda farklılığı hissediyor, yürekten yazmış olmanın farkını görebiliyor. Her yerde bu böyledir. Gönülden yazıyorsan işçilik olur, aşk olur, başka bir şey olur. Temalar farklı olabilir ama yaşanmışlıkla bağlantı apayrı bir olgu. Bunu herkes kabul ediyor. Ben kitaplarımda işçilerin yaşamlarından sendikal mücadeleden örnekler verdim ama günümüz sendikacılarının, sendikalarının duyarsızlığından söz etmezsem olmaz. Ankara’da, başta Türk-iş olmak üzere sendika genel merkezlerine gittim. Grevden Dönenin kitabından yerine göre 3-5 tane armağan ettim, isterlerse bu kitaplardan en uygun fiyatlarla kendilerine verebileceğimi açıkladığım içine bir kısa not koydum. Yanılmıyorsam 25 sendikaya uğradım. Yalnız birinden 10 adet bize gönder diye dönüş oldu. Böyle bir duyarsızlık görmedim. Hiç bir sendika bizim hayatımızı, bizim tarihimizi yazmış, kitaplardan edinelim üyelerimiz faydalansın demediler. Sendikal mücadele dönemlerinde kimi sendikalar yazarlardan kendi sorunlarıyla ilgili kitaplar yazması için sipariş verip, yazdırırlardı. Şimdi yazdığım kitabı adam alıyor hiç yokmuş gibi davranıyor. Sonra sendikalara birer mektup yazarak eleştirdim. Kitaplıklarına sendikal mücadele ile ilgisi olmayan aşk, sevda kitaplarının alındığından söz ettim. Yaklaşımlarının yanlış olduğunu belirttim. Petrol-iş Sendikası ile Tek Gıda iş sendikasından yanıt geldi. Sonucu şöyle bağlamak istiyorum. Sendika olsa ne olur, olmasa ne olur? İşçi eğitilse ne olur, eğitilmese ne olur? Kitaplar okunsa ne olur, okunmasa ne olur? İşçi yetişse ne olur, yetişmese ne olur? Sonuçta ücretini alacak, gidip onunla yaşayacak diye bugünkü teslim olmuşluğa sendikalar da işçiler de adeta yönlendirilerek, kovalanarak susturuluyor. Yürekler acısı bir durum yaşıyor Türkiye. Üretimsizlikten, duyarsızlıktan, kendi haklarını savunma refleksini kaybetmekten dolayı her gün daha kötüye giden bir ekonomik durum. Köy enstitüsü gibi, düşünce, eylem üreten, iş üreten büyük kurumlar kapatıldı. Şimdi Türkiye’ye büyük bir ihanet için imam hatiplerle işi idare etmeye çalışıyorlar. Bunu hepimiz görüyoruz, yaşıyoruz ve yarına umutla bakamaz hale getirildik. Umudu tüketmemek gerekiyor. Her şeye karşın umudu tüketmemek gerekiyor. Biz 80’li yaşlarında insanlar acı içinde izliyoruz olayları. Pek çok dostun, köy enstitülüler başta olmak üzere, gözleri arkada kalıyor. Acı içinde hatırlıyorum Talip Apaydın ölmeden 1 hafta önce, ‘Celal gözümüz açık gidiyoruz’ dediğini gayet iyi hatırlıyorum. Bir o değil, yurt sevgisiyle dolu, üretim aşkıyla dolu, geleceğin karanlığını çok iyi gören aydınlarımızın gözü arkada kaldı.
Ateşle Dans kitabınızın girişinde, “Zoru başaran eşime, can yoldaşıma” diye ithafta bulunmuşsunuz. Zor sözcüğünü hangi anlamda kullandınız?
Grevden Dönen kitabımda ben yaşadığım zorlukları anlattım. İşime son verildikten sonra, çalışmadığım dışarıda kaldığım dönemlerde eşimin büyük acı yaşadığını biliyorum. Hapishaneye düşmedim, sıkıntıları bir şekilde atlatacak, iyi kötü geçinecek para her zaman geldi. Büyük sorunlar yaşadık ama birlikte aştık. Genel kurul toplantıları, sendikaların seçimleri, toplu sözleşme müzakereleri beni hiç yalnız bırakmadı. Bir çocuğu kucağında, bir çocuğu elinde boynu bükük hep yanımdaydı. Ben işten atıldığım gün 2’inci kızım dünyaya gelmişti. Böyle acılı dönemleri yaşadı. Maddi, ciddi sıkıntılar yaşamadı ama psikolojik olarak yaşadı. Olanları yaşayıp bildiğim için kitabımı eşime ithaf ettim.