Yargı krizine dair

KUBİLAY S. ÖZTÜRK

 

Türkiye daha üç gün öncesine kadar “yargıda rüşvet” iddialarını konuşuyorken, şimdi hava döndü ve “yargı krizi” konusuyla doldu gündem. Aslında bu hızlı değişim, tam anlamıyla bir “durumdan vaziyet çıkartma” haliyle oldu. Zira Mayıs seçimleri biter bitmez tekrar ortaya salınan “Anayasayı değiştirmek lazım” söylemini, bu vesileyle yükseltip de işi bir “yargı krizi” noktasına tırmandırmak için epeyce zorlama bir yol izlendi, bir algı mühendisliği çalışması yapıldı.  

 

 

Seçilmiş olduğu gün tutuklu olan ama hakkında kesinleşmiş bir hüküm bulunmayan Can Atalay’ın salıverilmesi, TBMM’nde yemin ederek görevine başlaması süreci ısrarla tıkandı. Daha önce yaşanan Enis Berberoğlu ve Ömer Faruk Gergerlioğlu örnekleri yok sayıldı ve beş ayı aşkın süredir hukukun zorlu yollarında devam eden süreci Anayasa Mahkemesi (AYM) kararı bile sonlandıramadı. Anayasa’nın 153. maddesi “AYM kararları yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar” demesine rağmen, ilgili mahkeme gereğini yapmayıp,  konuyu Yargıtay’a aktardı. Eşine daha önce hiç rastlanmayan bir yol seçti. Yargıtay 3. Ceza Dairesi de, AYM’nin verdiği ‘hak ihlali’ kararına katılmadığını, karşı çıktığını ilan etti. Hatta kararda imzası olan AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulundu, bir de TBMM’ne milletvekili için talimat verdi.

 

***

Bütün bu olup bitenler, elbette sadece Yargıtay üyelerinin tasarrufu değil. Adeta “ne yaparsanız yapın bir yol bulun” denilmişti gibi davranıldı. Gücü “Yargıtay bir kenara atılamaz” denilmesinden aldılar. Fakat bu karara karşı, çeşitli kurum ve kuruluşlardan itirazlar da hemen yükseldi, protestolar yapıldı. Sonuçta durduk yere bir “anayasal devlet krizi” yaşanmaya başlandı. Daha önceki benzerleri gibi önce tartışmalar köpürtüldü, ortaya bir kakafoni çıktı, gerçeğin ne olduğu bile anlaşılamaz hale geldi. Sonra da asıl niyet kondu ortaya. Tıpkı, 2016’da FETÖ kalkışması sonrasında sergilenen bir yönetim modeli dayatılması için “o Anayasa’ya uymuyorsa, biz Anayasa’yı ona uyduralım” denilmesi gibi her şey. O vakit bu söylemle, iktidar tarafında oluşan boşluğa yerleşenler sayesinde bir süreç başladı ve ülke bu günlere kadar getirdi. Şimdi bir benzeri ama bu kez çıta biraz daha yükseğe çekilerek tekrar sergileniyor. İktidar mevcut kurumları uyumlu çalıştırmak yerine, durumdan yararlanıp önünde engel gördüklerini temizlemeye çalışıyor. Bu seferki vesileyi de MHP Genel Başkan Yardımcısı zaten açıkladı, “bizim dağda, taşta başını ezdiğimiz teröristler, AYM’ye arka kapıdan giriyor. Ya kapatacağız ya yeniden yapılandıracağız” dedi.

 

***

İktidar tarafı seçim de kazansa, TBMM’nde çoğunluk da olsa, yıllardır memnuniyetsiz bir tavır sergilemeye devam ediyor. Çünkü yürütme erkine tümüyle hakim olmak, ağzından her çıkanı emir olarak kabul eden bir güce sahip olmak istiyor. Bu nedenle sivil ve askeri tüm kurumları birer birer fethetti. Eski vesayet sistemini tamamen yıkıp, yenisini yarattı. Artık yargı erkine de tümüyle hakim olmak niyetinde. Bunca şikayet ettiği AYM’nin bile neredeyse bütün üyelerini kendileri atadığı halde, uygun görmediği bir karar çıkınca hemen sesler yükselmeye başlıyor bu nedenle. Ne yapacak ki o üyeler? Elbette mevcut Anayasa’ya uygunluk açısından bakacaklar önlerine gelen dosyalara. Tabii iktidar yasama erkine de tümüyle hakim olmak istiyor.

Fakat seçmen de yıllardır, bu iktidara TBMM’nde salt çoğunluk olma imkanını vermiyor. İşlevi iyice törpülenen, yürütmeye denetim bile yapamayan TBMM’nde, bir türlü beklenen o “400 vekil hayali” gerçekleşmeyince de, yolunu kısaltmaya çabalıyor iktidar. TBMM’nde yasa yapmaktan, yasa teklifi veya araştırma önergesi reddetmeye kadar her durumda çoğunluğa sahip olan ama iş gelip de Anayasa’yı yeniden yapıp memleketi dilediği gibi yönetmeye varınca, salt çoğunluğu bulamıyor. Anayasa söz konusu olduğunda 360 desteğini ancak sağlayıp, her seferinde ve parçalar halinde halkoyuna gitmek zorunda kalınıyor. İşte bu nedenlerle seçilen yolu kısaltma refleksi, bu sefer de Can Atalay üzerinden deneniyor. İktidar bir kere daha TBMM’ni baskı altına almayı deniyor. Orayı her durumda 600’e yakın elin hep birlikte kalkıp ineceği bir topluluk haline getirmek istiyor Bir türlü tam denetim sağlayamadığı AYM’yle de artık hiç uğraşmak istemiyor. Yeni devlet sistemini çalıştırmak için de, şimdi yepyeni bir Anayasa yapmaya niyetleniyor.

 

***

Peki, bu sefer yapabilirler mi? Bir “tam bana göre sistemi” kurabilirler mi? Geleceği bilemeyiz elbette ama dün yaptıklarına bakarak, istedikleri düzenlemeler kabul edilse bile yarınımızın cennet haline getirilemeyeceği anlamak mümkün. Hatta mesela altı ay sonra, kendilerine bunun da yetmediğini açıklayıp, farklı şeyler isteyecekleri bile beklenmeli. Zira 2017’de sistemin değiştiğini, halkın bunu oyladığını, artık kararın verilmiş olduğunu ve dilediği değişiklikleri de yapabileceğini varsayıyor iktidar. “+1” formülü ve bu anlamda seçmenin % 52’si, ona dilediğini yapabilmesi için yetiyor. Gönüllerindeki kuvvetler birliği sistemine “İleri Demokrasi” diyorlar ve “Türkiye Yüzyılını” bu anlayışla yönetmek istiyorlar. Oysa seçmenin bir de % 48’i var değil mi? Onlar biliyorlar ki, bugün gündem olarak vitrine konulan gerekçe ile aslında iktidarın hedeflediği amaç farklı. “Bir taşla bir kuş vurmak” yetmeyecek yine, çok daha fazlasını isteyecekler. İktidarın 2023 seçimleri sonrasında, muhalefet de dağınık haldeyken, artık hiçbir sınır kabul etmediği hususu da zaten her gün sergileniyor.  

 

***

Bunun son örneği, kentsel dönüşüm düzenlemelerini hızlandırmak için çıkartılan ve geçen hafta yürürlüğe giren “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda ve 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” oldu. Bir kere daha görüldü ki amaç sadece afet riskini öne almak değilmiş sadece. Başka amaçlar da yasaya sıkıştırılmış. Sağlıklı ve güvenli kentlerin oluşturulması için bütüncül bir planlama anlayışından özenle uzak kalınmış. Koruma kapsamındaki alanların yapılaşmaya açılmasında veya özel mülkiyetin el değiştirmesine neden olmakta sakınca görülmemiş. Bu husus “rezerv yapı alanları” değişikliğiyle açıkça ortaya konulmuş. Mevcut yerleşim yerlerindeki parsellerin, rezerv yapı alanı olarak belirlenmesi mümkün kılınmış. Bu durumda sadece afet riski olan alanlar değil, rezerv yapı alanı olarak belirlenen her yerleşim, kentsel dönüşüme konu olabilecek artık. Çevre, Şehircilik ve İ. D. Bakanı Mehmet Özhaseki’nin “Türkiye genelinde yaklaşık 6 milyon bağımsız bölüm risk altında” demesi, şimdi daha da önem kazandı. Çok geniş bir alanı ifade ediyor bu büyüklük ve vatandaşlar “benim konutum da alınır ve yarın başkasına mı verilir acaba?” diye dertleniyor.

 

***

İktidar tarafında “AYM kararına uymuyorum, saygı da duymuyorum” diyenler var. Ancak, 2010’da kendi dönemlerinde AYM’ne bireysel başvuru hakkı tanınıp 2012’den beri de uygulandığından bu yana, yüksek mahkemeler arasında çok belirgin bir gerilim hali olduğunu da görmek istemiyorlar. Bunu giderip, uyumu sağlamak kendi görevleri aslında. Fakat gerilim siyasetinden yarar sağlamak, burada bile geçerli her halde? İzlenmekle yetiniliyor bu durum. Hatta MHP tarafı “AYM’nin kapatılmasını” dile getiriyor açıkça. Bütün bunlar, o yüksek mahkemedeki hakimlere değil de, onların uymakla yükümlü oldukları mevcut Anayasa’nın bazı hükümlerine kızdıkları için oluyor aslında. Üstelik bütün bu çıkışlar da, sadece iç siyaset penceresinden bakılarak yapılıyor. Kendi Anayasa’sı ile kavgalı bir iktidar, dünyada ne kadar kabul görebilir ki? Herkes de biliyor Anayasa yapmak için “uzlaşma” gerekiyor. “Toplum Sözleşmesi” diye adlandırmasının sebebi de bu. Uzlaşma ise tüm taraflarıyla yapılır, sadece +1’in istedikleriyle olması sıkıntı yaratır. Diyelim ki yüksek yargı konusunda muhalefetin eleştirilerine hiç aldırmadı iktidar. Fakat kendi arkadaşları da söylüyor. AKP’li eski bakan Hüseyin Çelik “tam vesayetler kalktı derken, bu sefer biz kendi militan yargımızı oluşturduk” diyor. Halen AKP Genel Başkan Yardımcısı olan Hayati Yazıcı da “Yazık, çok yazık. Devleti oluşturan erkler, sorun çözümler. Asla sorun üretmez ve birbirini çelmeleyemez” diyor. Bütün bu eleştirilere rağmen, iktidar izlediği yolu sürdürürse eğer, mesela Mehmet Şimşek ve ekibinin kredi arayışında kimler güvenip de para verir ki onlara? İktidar kendi yolunu tıkamış olmuyor mu böylece?

 

***

Velhasıl bütün bu patırtının içinde, konuyu biraz daha sadeleştirerek baktığımızda, ülkede kalan hukuk ve demokrasi kırıntılarını yok etmenin hiçbir yararı olmayacağı açıkça görülüyor. 400 vekili olmayan iktidar, ancak halkoylaması ile AYM’ni kapatmak veya yüksek yargıyı yeni baştan şekillendirmek yoluna gidebilir. Bu dahi ona fayda vermez. Belki bir engeli daha aşar bunu yaparak ama ekonominin de tamamen batağa girmesine sebep olur. Çünkü günümüzde, hukukun üstünlüğü konusunda güven vermeyen ülkeler için, sadece tefeci kurumlar kredi açıyor dünyada. İktidarın bu gerçeği dikkatle değerlendirip bazı yapısal zorlamalardan uzak durması gerekiyor. Üstelik bu yaptığı çıkışla, muhalif güçleri de tekrar bir ortak paydada toplamayı başardı. Artık dünden ders çıkartan ve önünde biriken daha dinamik bir güç de var iktidarın.

Exit mobile version