12 Eylül darbesi mağduru Cahit Baylav, sendikacı olduğu için darbe iktidarının radarına girdi. Teslim olması için çağrı yapıldı. Baylav, ihtilal sorgulamalarında ve hapishanede 171’i işkencede ölen 300 kişinin içinde olmamak için yurt dışına çıktı. Türkiye’nin hapse atmak için uğraştığı Baylav’a İngiltere sahip çıktı, iş verdi, üniversite öğrencilerine eğitim vermesini sağladı. Baylav, vatanını ve geleneklerini unutmadı. Türkiye’de diktatörlüğün biteceğini biliyor ve döneceği günü iple çekiyordu. İngiltere’de Türk Müziğini tanıttı. İngiltere İşçi Partisi ile diyalog kurdu, sıladaki yurttaşlarını örgütlemek Türkiye’ye demokrasinin gelmesini sağlamak için çalıştı. Aralarında yabancıların da görev aldığı Nihavent adlı Türk Müziği Topluluğunu kurdu. Müzik üzerine yüksek lisans yaptı.
Rembetiko, ve Balkan Müziği ile ilgilendi. Dunav adlı Balkan Müziği grubu ile birlikte keman çaldı. İngiltere’de emekli olduktan sonra 2013’te Türkiye’ye dönüp Burhaniye’ye yerleşti. 78 yaşında olmasına rağmen, hala çocuklara ve gençlere müzik eğitimi veriyor, sosyal sorumluluk projelerinde görev alıyor. “Ben Türk Müziğini tanıtırken, sevdirmeye çalışırken hiç parayla işim olmadı” diyen sanatçı Türkiye’nin bilinmeyen ünlülerinden ve Türkiye’nin üstatlarıyla birlikte müzik yapanlarından biri oldu. Türkiye’nin Fizikçi sanatçısı 12 Eylül darbesinin hapsetmeye çalışmasına rağmen Kemanıyla İngiltere ve Avrupa’da gönüllere taht kuran Baylav, film gibi yaşamını Politika okurları için anlattı.
Cahit Baylav kimdir?
Bir zamanlar Konya’nın ilçesi olan Ermenek’te 1946 yılında doğdum. PTT müdürü babamın sık sık atanması nedeniyle ilkokul birinci sınıfa Karaman’da başladım, ikinci sınıfı Ilgın’da, Üç, dört ve beşinci sınıfları Ermenek’te Sakarya İlkokulu’nda okudum. Ortaokulu Ermenek’te bitirdim. Doğduğum şehirde lise olmadığı için Konya Lisesinde yatılı eğitim gördüm. Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Fizik Bölümünden 1968 yılında mezun oldum. ODTÜ üçüncü sınıfta Türk Müziği Grubunu kurdum. Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu’na (TÜBİTAK) araştırmacı olarak girip 2 yıl çalıştım, bir taraftan da matematik bölümünde mastır yaptım. 1970 yılında İngiltere’den gelen bir profesörün teşvikiyle İngiltere’ye doktora yapmaya gittim. Lancaster Üniversity’de doktora tezimin sonuna doğru kendi isteğimle bırakıp Türkiye’ye döndüm.
TÜBİTAK’ın Gebze Marmara Araştırma Kurumunda çalışmamı sürdürdüm. Ankara Etimesgut Zırhlı Tümen Levazım Bölümünde 16 ay askerlik yaptım. Kıbrıs Harekatı sırasında askerliğin tam ortasındaydım. 1975’te teskere alıp işime döndüm. TÜBİTAK’ta işçi statüsünde olmam nedeniyle sendikal çalışmalara katıldım. Düşüncelerimin doğrultusunda sendika içinde aktif olup Birlik-iş Sendikasının yönetimine seçildim. Daha sonra Teknik-İş Sendikasının yürütme kuruluna girdim. 1977’de Ankara Genel Merkezde 3 yıl profesyonel olarak görev yaptım. Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’na (DİSK) katılma kararı aldık. 12 Eylül Darbesi olduğunda DİSK’e bağlı bir sendikanın yöneticilerinden biriydim. Dolayısıyla sendika kapanırken, yöneticilerine teslim olmaları için çağrıda bulunuldu. Tutuklamalar başlayınca ben 2 yıl gizlendim ve sonunda İngiltere’ye gidip 15 yıl kaldım. Hem çalıştım, hem müzikle uğraştım. Çeşitli müzik gruplarında yer aldım. Evliyim 2 çocuk babasıyım.
İngiltere’de öğrencilik geçmişiniz var yabancılık çekmemişsinizdir. Kalıcı olarak gittiğiniz de nelerle karşılaştınız, ne yaptınız?
Darbeden sonra 1982 yazında İngiltere’ye gittim. Eşim ve çocuklarım Türkiye’de kaldı. 8 ay sonra geldiler. Ben orada önce bir belediyede görev aldım. Daha sonra kolejde öğretmenlik yapmaya başladım. Her ne kadar TÜBİTAK’ta araştırmacı olsam da İngilizce bilen fizik mezunuyum. Bu nedenledir ki orada bir kolejde görev verdiler. Eşim de sağlıkta çalışmaya başladı. Çünkü ben onunla Londra’da doktora öğrencisiyken tanıştığımda ilaçbilim (farmakoloji) doktorası yapıyordu. Ankara’dan ayrılmak zorunda kaldığımızda Hacettepe’de farmakoloji bölümünde araştırma görevlisiydi. Bu nedenle Londra’da kolay iş bulup, ikimiz de çalışmaya başladık. Türkiye’ye döneceğiz diye düşünürken, 12 Eylül yasaları devam ediyordu.
Sanırım 1991’de Turgut Özal Cumhurbaşkanıyken, Türk Ceza Kanunu’nun, “Herhangi bir sosyal sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü kurmayı veya bir sosyal sınıfı ortadan kaldırmayı amaçlayan bir örgüt kurmayı ve bu yönde propaganda yapmayı cezalandıran 141. ve 142. Maddelerin” yürürlükten kaldırılmasıyla, Türkiye’ye dönebilir hale geldik. İstesek temelli dönebilirdik. 4-5 yaşlarında götürdüğümüz çocuklarımızı, Türkiye’ye getirmeyi göze alamadık, okullarını bitirmelerini istedik. Evlatlarımız okullarını bitirdiklerinde, biz de 50’li yaşlara geldik. 2011’de emekli olduktan sonra Burhaniye’ye zaman zaman yaz tatillerinde doktor kardeşim İbrahim Baylav’ın yanına geliyorduk. Onun önerisiyle, 2013 yılında Burhaniye’ye önce ben, sonra eşim geldi. 2 çocuğum orada kaldı, iş güç sahibi oldu.
Söyleşimizin asıl konusu müzik üzerineydi. Fakat yaşamınızın ilginç yönlerini de aktarmak istedik. İngiltere’de müzik eğitimi aldınız. Fizikçilikten müziğe geçiş nasıl oldu?
Ben çocukluk yıllarımdan beri keman çalıyorum. Oğlum piyano dersi alırken ben de keman eğitimi almaya başladım. Daha sonra keman yeteneğimi geliştirmek için sınavlara girdim Londra Üniversity Goldsmiths College’de müzik eğitimim başladı. Bir üniversitede full time ders verirken, keman aşkı nedeniyle part time başka bir üniversiteye gittim ve müzik bölümünü bitirdim. Hocalardan biri iyi çalışmalarım olduğundan, yüksek lisans yapmam için teşvik etti. Mademki bu yola baş koydum diyerek 2 sene mastır yaptım. Amiyane deyimle alaylı müzisyenlikten mektepli müzisyenliğe geçtim.
12 Eylül dönemi ve sonrasında pek çok başarılı ve yetenekli insan yurt dışına gitti. Bir beyin göçü yaşandı. Bu durumu söyleşilerimde gördüm. Gelişmiş ülkeler yetenekli ve başarılı insanları nasıl keşfediyor? Nasıl sahip çıkıyor? Siz nasıl üniversitede iş buldunuz?
Ben yurt dışına gitmeyi, orada kalmayı hiç planlamadım. Gitmek zorunda kaldığımız için ülkemden ayrıldım. Hep ne zaman döneceğiz diye düşündüm. Ülkemin koşullarından dolayı uzun süre kaldık. İngiltere’de müzik eğitimi aldım, yüksek lisansımı tamamladım ama orada akademisyen olayım, orada kalayım gibi bir düşüncem yoktu. Türkiye’de eğitimli insanların bir kısmı doğal olarak güvenlikleri için gitmek zorunda kaldı. Hele şu son yıllarda, “Bu memleket yaşanmaz hale geldi” diyerek yurt dışına giden gençler var. Çok üzücü bir durum ülkenin geleceği karartılıyor. Bunun zararını ileride çok çekeceğiz. Kaliteli öğrencilerimiz, başta doktorlar, mühendisler gidiyor. Çok ciddi bir sorun. Kimisi de koşullar, aile durumları nedeniyle gidiyor.
Almanya’da ailesi yaşayan, çocuk eğitimini tamamlayınca gelecek kaygısıyla gidiyor. Yurt dışında gençlerimiz çok başarılı oluyorlar. Bizler darbe olduktan sonra, kendi siyasi görüşlerimiz doğrultusunda gittiğimiz yerlerdeki toplumla siyasi çalışmalar yaptık. Ben bir taraftan müzik eğitimi alırken, kendi seçtiğimiz doğrulara da ağırlık verdim. Orada akademisyen olayım, profesör olayım, akademik çalışma yapayım demedim. Ülkemize tekrar dönmenin hesabını yaparak, geçimimizi temin edelim, çalışalım, nasıl olsa ayrılacağız diye düşündüm. Dönüş olanağına kavuştuğumuzda, her şeye sıfırdan başlamamak için emekli olup dönmeyi planladık.
Emekli olunca da zaten 60’lı yaşlarda oluyorsun. İkilem içinde yaşadık. Türkiye’ye döndükten sonra kimileri dedi ki; “Neden orada kalmadınız? Niye dönüyorsunuz?” Türkiye bizim memleketimiz. Ha 2 yıl geçmiş, ha 40 yıl geçmiş, bir şey fark etmiyor, memleket seni kendine çekiyor. Dönmeden önce 1990’lı yılların başıydı. Bursa Uludağ Üniversitesi Müzik bölümünü bitirmiş genç bir kız geldi. İngilizce öğrenecek, müzik bilgisini geliştirecekmiş. O sıralarda ben mahalle orkestralarında keman çalıyordum. Onunla birlikte gitmeye başladık. Daha sonra ünlü kemancı Cihat Aşkın yüksek lisans ve doktora için Londra’ya geldi. Şimdi Burhaniye’de Adrafest’i düzenliyor. Bursa’dan gelen Cansevil Tebiş ile birlikte Cihat Aşkın’la beraber keman çaldık. Pırlanta gibi bir insan, iyi bir müzisyen, muhteşem bir kemancıydı. Öğrencilik yıllarında dahi çok başarılıydı. Cansevil Hocayla biz iletişim halindeydik.
Türkiye’ye döndükten sonra Necatibey Eğitim Fakültesi (NEF) Müzik Bölümü’nün başına geçmiş. Burhaniye’ye yerleştiğimi öğrenince ders vermem için beni ikna etti. 2013 yılından itibaren 9 yıl NEF öğrencilerine, Türk müziği, batı müziği, oda müziği, orkestra konularında ders verdim. Benim derdim, ileride öğretmen olacak gençlere doğru bildiğim bir iki düşünceyi kafalarına sokmaktı. Prof. Dr. Cansevil Tebiş bana o fırsatı verdi. Haftada 2 gün Burhaniye’den Balıkesir’e gelip 15 saat ders verdikten sonra tekrar otobüse binip Burhaniye’ye dönüyordum. Pandemide bir buçuk yıl uzaktan eğitim verdim. Yüz yüze eğitim başladığında riski göze alamadım bırakmaya karar verdim.
Keman çalmaya nasıl başladınız?
Müziği ilkokuldan beri çok severdim Radyoda sazlar çalmaya başladığında giriş taksiminde, erkek mi çıkacak kadın mı çıkacak? Tahmin etmeye çalışırdım. Onu kendime iş edindim. Çoğu kez bilirdim. Radyoda sazlar çalıyor, bunun arkasından Zeki Müren çıkacak diyorum ve tahminimde yanılmıyorum. Ortaokul ikinci sınıftayım. Derslerim çok iyi. Genellikle benden iyi biri vardı. O birinci, ben ikinci olarak iftihar alırdık. Müzik dersine ilkokuldan bir öğretmen geliyordu. Sınıf öğretmeniydi fakat müzik bilgisi çok iyi. Yarı dönem karnede müzik zayıf gelince çok üzüldüm, iftihara da geçemedim. Başka çocuk olsa müzikten uzak durur. “Sen misin bana zayıf veren” dercesine hırslandım.
Köy öğretmeni akrabamız vardı ziyaretine gittiğimizde keman çalıyordu. Mustafa Demirel amcadan keman çalmayı öğretmesini istedim. İlk ders olarak koyun gelir yata yata türküsünü öğretti. Eskisi gibi çalmadığını söyleyip kemanı bana verdi. Şimdi ben de öğretirken onunla başlatıyorum. Konya’da, liseye gidince çok iyi bir keman çalan müzik öğretmenimiz vardı. O daha çok teşvik etti, beni bir konsere çıkardı. O zamanlar daha çok şarkı türkü çalıyorum. Öğretmen hiçbir zararı olmadığını, hem şarkı, türkü, çalıp hem batı müziği öğrenmemi istedi. Lise yıllarında keman çalmayı iyice ilerlettim. ODTÜ’de öğrenimimi sürdürürken Türk müziğini çok iyi bilenlerin içine düştüm.
Hazırlık sınıfındayken Yeni Mahalle’de oturuyorum. Ders çalışmaktan yorulduğumda, keman çalıyorum. Bir gün, 2 ev ötemde oturan komşumuz geldi. Keman sesi duyduğunu, benim çalıp çalmadığımı sordu. Çaldığımı öğrenince, cumartesi günleri toplandıklarını müzik çalışması yaptıklarını, benim de çalışmalara katılabileceğimi belirtti. 5’inci duraktaki yorgancı dükkanına gelmemi tembihledi. Yorgancı dükkanıyla müziği pek birbiriyle uyumlu bulmamama rağmen kemanımı alıp gittim. Yorgancı dükkanı benim kaderimde büyük değişiklikler yaratacaktı.
Yorgancı dükkanını bu kadar önemli kılan neydi?
Yorgancının adı Yılmaz Yüksel. Yılmaz Yüksel yıllar sonra, 1974 yılında İzmir Radyosu Küçük Korosu’nu yönetti. ‘Beraber ve Solo Şarkılar’, ‘Şarkılar ve Saz Eserleri’, ‘Kadınlar Topluluğu’, ‘Birlikte Şarkılar’ gibi programları yönetirken ud sanatçılığını da sürdürdü. 1977-1979 yılları arasında İzmir Radyosu Sanat Müziği Müdürlüğü’nü vekaleten yürüttü.1980 yılında TRT Türk Müziği Danışma Kurulu Üyeliği, 1979-1980 eğitim yılında İzmir Devlet Konservatuarı İleri Yüksek bölümünde Türk Müziği öğretmenliği yaptı. Ege Üniversitesi Devlet Türk Musikisi Konservatuarı Jürisi’nde bulundu. Pek çok şarkının da bestecisidir. Yorgancı dükkanında benim gibi, biri tıbbiyeden, biri dil tarih ve coğrafya fakültesinden 3 öğrenciyiz. Dil tarih coğrafya öğrencisi arkadaşımız da TRT’ye girdi ve Türk müziğine besteler kazandırdı.
Yorgancı dükkanı Yıldızlar geçidi gibiydi. Erol Sayan, Çinuçen Tanrıkorur, kanun sanatçısı Mehmet Öner, Tanburi Yılmaz Pakalınlar, TRT genel Müdür yardımcılığı yapan Kenan Yomralı, yorgancının müdavimleriydi. Adeta bir müzik mabediydi. Çalışmaya gittiğimizde Yılmaz abi yorganları bir kenara iter, bize yer açar oturur sohbet eder çalışırdık. Ben üstatlar gelince kemanımı bile çıkarmaya cesaret edemezdim. Hepsinden feyz aldık. Ben o heyecan ile ODTÜ’de Türk müziğiyle uğraşan bir iki arkadaş buldum ve ODTÜ Türk Müziği Kulübünü kurduk. Arkadaşlarımdan biri ud, biri de kanun çalıyordu. Erol Sayan’a kulüp kurduğumuzu belirtip bizi çalıştırması için davet ettik. Erol hoca gelince kulübün de çevresi genişledi, konserler vermeye başladık. İngiltere’ye doktora öğrencisi olarak giderken arkadaşlarım çalışmalarına devam etti. 1990’lı yıllarda Türkiye’ye tatile gelip gitmeye başladıktan sonra gördüm ki kurduğumuz müzik grubundaki arkadaşlar her yıl 30 Ağustos’ta toplantı düzenlemeye başlamışlar. Geleneksel toplantılara Erol Sayan da katılıyor, her sene Türkiye’nin farklı bir yerinde buluşuluyor. Ben de onlarla birlikte olmaya başladım.
ODTÜ gibi ünü yurt dışına taşmış bir üniversitede müzik grubu kurdunuz. İngiltere’de de boş durmamış yabancılarında aranızda olduğu Nihavent adlı bir müzik grubu oluşturmuşsunuz. Nasıl başardınız?
İngiltere’de müziğe eğilimli amatör arkadaşlarla Türk Sanat Müziği grubu oluşturdum. Bir konser verdik büyük ses getirdi, çok tutuldu. Grupta enstrüman çalanların hepsi yabancıydı. Eşim Kudüm ile katılıyordu. İkimiz Türk, diğer sanatçılar yabancıydı. Ben program yapıp yönetiyorum. Gruptaki arkadaşlardan bahsedersek, uluslararası bir orkestra gibiydik. Kanuncumuz Prof. Dr. Martin Stokes, İngiliz vatandaşı, özellikle Türk Müziği meraklısı ve Türkiye’deki müzik ortamıyla ilgili 2 kitabı var. 1990’lı yılların başında Türkiye’deki arabesk kültürü, arabesk müziği üzerine kitap yazmış. 10 yıl kadar önce Türkiye’deki bir müzik ortamıyla ilgili, “Aşk Cumhuriyeti” adlı kitabı yayımlamış. Kitap Türkçeye de çevrildi. Öğrencilik yıllarında Türkiye’den gelip geçerken Türkçe ve bağlama çalmayı öğrenmiş. Kanuna merak sarmış. Üstatlardan ders almış. Oxford Üniversitesinde idi. Londra’ya taşınınca bizim gruba geldi. “Kanuncumuz yoktu; Artık sen geldin şimdi kanunsuz işlere son verdik” dedim. Türkçeye iyi derecede hakim olduğundan espriyi anladı.
Prof. Dr. Rachel Beccles Williams, Arap müziği meraklısı, ut çalıyor. Filistin’e gitmiş. Filistin üzerine kitapları var. Önce Arap müziğiyle başlamış, sonra Türk Müziğine geçmiş. Tatillerde Türkiye’ye geliyor Yurdal Tokcan’dan, ud dersi alıyor. Bizim grubun ud sanatçısı. Dominik Cumhuriyeti’nden siyahi bir tenis öğretmeni Lenny Charles bendir çalıyor. Dominik Cumhuriyeti’nde bir Türk ile evlenmiş. Şilili arkeolog Dr. Manuel Arroyo Ney üstadı. Akgül Baylav kudüm çalıyor. Manuel’den önce ney çalan kadın sanatçımız vardı vefat etti. 15 kişilik koromuzun hepsi Türk. Bu grubu 1999’da kurduk Türkiye’ye gelene dek 15 yıla yakın devam etti. 2008’de Padişah 3’üncü Selim’in ölümünün 200’üncü yıl dönümünde onun şarkılarının da yer aldığı bir konser verdik. Daha sonra neyzen, bestekar Hammamizade İsmail Dede Efendi anısına yapıtlarından oluşan konser gerçekleştirdik. Türk Müziğinin dehası Buhurizade Mustafa Itri’nin ölümünün 300’üncü yıl dönümünde yine onun eserleriyle konser düzenledik. Programlarımızda popüler eserler yer alıyor uyduruk şeyler olmuyordu. Türkiye’ye dönerken çok yetenekli bir udi kardeşimize grubu emanet ettim, koroyu devam ettirmesini istedim. Nedendir bilinmez koromuz yaşamadı.
Nihavent grubundan başka bir süre etnomüzikoloji ile de uğraştınız. Bu konuda neler yaptınız?
Çalışmalarımı Nihavent grubuyla sürdürürken bir taraftan Balkan Müziği, bir taraftan Rembetiko ile ilgileniyordum. Londra’da oturduğum semtte batı müziği orkestraları vardı. Profesyonel orkestra değillerdi. 5-6 çalışma yapıp konser veriyorduk. Ludwig Van Beethoven gibi sanatçıların eserlerinden oluşan konserler verdik. Batı müziği ilgim devam ederken bir taraftan orkestra çalışmalarımı aksatmıyordum. Londra Üniversitesi’nde SOAS diye bir bölüm var. Orada bir Rembetiko grubu kuruldu. Ben o oluşumun içindeydim. Rembetiko Yunan Müziği ama daha çok Türkiye kökenli Yunan müziği. Ege’de yaşayan Rumların Türk Müziği etkisinde kalmış Yunan Müziği. 1930’lu yıllardan sonra Türkiye’den Yunanistan’a göçenlerin müziğidir.
Uzun süren diktatörlükler zamanında Yunanistan’da bu müzik bastırılmış, “Ayyaşların müziği” diye kötü gösterilmiş, 1950’li yıllardan sonra Yunan sanatçılar bunu çok iyi işlemişler ve Rembetiko Yunanistan’da yapılabilir olmuş, popüler hale gelmiş. Rembetiko grubuyla çok konser yaptık, İtalya’da bile konser verdik. Tüm bu çalışmalarımın arasında benim için yaşamımda önemli bir yeri olanların başında Dunav geliyor. Dunav Bir Balkan Müziği grubu. Dunav, Tuna Nehri anlamına geliyor. Dunav 1964 yılında kurulmuş. Kurucuları arasında bir de Hintli var ve bazılarıyla 1995 yılında birlikte müzik yaptık. Bulgaristan, Romanya, Makedonya, Arnavutluk ve az sayıda Türk repertuvarı var. Bizdeki dokuz sekizlik Trakya havası, Tekirdağ karşılaması, roman havası gibi müzikler var. Ben gruba katıldıktan sonra birkaç arkadaş daha ekledik güzel eserler verdik. Bir taraftan batı müziği, bir taraftan Nihavent Grubu, bir taraftan Balkan Müziği, bir taraftan Rembetiko derken Hint Müziği öğrenmeye başladım. Hoşuma giden her şeye saldırıyordum fakat Hint Müziğini öğrenemeyip yarıda bıraktığıma çok üzüldüm. İngiltere’de çok aktif bir müzik yaşamım oldu.
Yurtdışına sendikacılık yaptığınız için gittiniz. Orada müziğe çok zaman ayırmışsınız. İngiltere’de tüm dünyanız müzik mi oldu?
İngiltere’ye sırf canımızı kurtarmaya gitmedik. Orada bir taraftan toplumu örgütleyelim, Türkiye’deki diktatörlüğe karşı farkındalık yaratalım, demokrasi ve özgürlük için İngiltere’deki çevrelerin Türkiye’ye karşı hassasiyetini yükseltelim düşüncesi için çalıştık. Türkiye’de demokrasi mücadelesi verenlere destek olmak için siyasi çalışmalar içindeydik. Bütün bunları yaparken özellikle 1980’li yıllardan, 90’lı yılların başına kadar bu düşüncelerle çok meşguldüm. İngiltere İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn ile çok görüştük. Onlar bizim arkadaşlarımızdı. Onların olduğu kuruluşlarda da bir taraftan çalışmalar yaptık. Yaşam bizi bu çalışmalara yönlendirdi.
Biz orada müziğin dışında özgür bir vatan için elimizden geleni yaptık. Benim düşüncelerim ODTÜ’ye gittikten sonra şekillendi. 1960’lı yıllarda Türkiye’de Nazım Hikmet kitapları yasak. Kuvayi Milliye Destanı 1960’lı yılların sonunda yayımlanabildi? Türkiye öyle bir ortamdayken, ODTÜ’de dil bilmenin avantajıyla kütüphaneye gidiyorsun satılması yasak kitapların hepsinin İngilizcesi okulun kütüphanesinde buluyorsun. Bu okulda Emin Çölaşan gibi yurtsever insanların önüne çıkması hiç tesadüf değildi. Öyle bir ortamda herkes özgür düşünebiliyor. Kütüphanede istediğin her şey var. Prof. Dr. Sadun Aren’in eşi Munise Hanım bizim kütüphanenin müdiresiydi. Melek yüzlü kadına istediğin kitabı söylüyorsun, anında bulup getiriyor. Dışarıda okuyamayacağın kitapları Munise Hanım senin önüne koyuyor. Böyle bir ortamda özgür düşünceyle iç içe olunca insanda ister istemez yurtseverlik duyguları kabarıyor. Emperyalistlerin ülkeyi sömürmesine karşı olma, emekten yana olma gibi düşünceler gelişmeye başlıyor. O yönde adım atmaya başlıyorsun. Aradan 40-50 yıl geçti. Bende halen ODTÜ’den izler var.
Londra Üniversitesi gibi tüm dünyanın saygı duyduğu bir öğretim kurumunda müzik eğitimi aldınız. Çeşitli ülkelerin müziği ile ilgilendiniz. Şu anda Türk Müziğinin dünyadaki yeri nerede?
Türkiye’de son 30-40 yılda, özellikle 12 Eylül darbesinden sonra, sadece müzikte değil, pek çok alanda çok büyük bir gerileme yaşanıyor. Başarı gibi görünen istisnai durumlar ortaya çıkıyor. Eurovision’da Sertap Erener birinci oldu. 2002 yılında Futbolda Japonya ve Güney Kore’nin ev sahipliği yaptığı dünya kupasında üçüncü olduk. Ya sonra? Bir daha başarı göremedik. Galatasaray 15 yıl önce UEFA şampiyonu oldu. Sonra Avrupa’da varlığımız yok. Bireysel başarılar iyi olmuyor çünkü tabandan beslenen bir şey yok. Olimpiyatlarda sürekli geriliyoruz. Ülkenin büyüklüğüne göre madalya sayımız az olabilir. Müziğimiz de bence öyle.
Örneğin Cihat Aşkın gibi bireysel çabalar var. Yurtsever, toplum için kaliteli müzik yapmaya çalışan, gençleri eğitelim diye düşünen insanlar var. Karınca kararınca benim gibi insanlar bir şey yapmaya çalışıyor ama eğitimin durumu herkesçe biliniyor. Eğitim böyle olunca neredeyse okullarda müzik dersi kalmamış durumda. Yasak savma kabilinden müzik ve enstrüman dersi veriliyor. Olay buralara indirgenince hiçbir şeyi kolay kolay gelişmiyor. Ben batı müziğiyle de Türk müziğiyle de ilgileniyorum, uğraşıyorum ama hepsinde ciddi bir ilerleme kaydetmediğimizi gözlemliyorum. Batı müziği dediğimiz, bazılarının çağdaş müzik dediği, benim gözümde Batı’nın müziği, çağdaş müzik, evrensel müzik diye bir şey yok dünyada. Her bölgenin kendine özgü bir müziği var. Batılılar gibi yapalım derken, batılı zaten daha iyisini yapıyor. Bizim kendi müziğimiz çok değerli ve çok kıymetli. Bestecilerimiz, bir zamanlar müziğin altın çağını yaratmışlar. 19’uncu yüzyıldan 1950-1960’lı yıllara kadar başarı sürmüş. Biz o sermaye ile devam ediyoruz.
O yıllardan sonra bireysel şarkı ya da beste yapanlar bir elin parmakları kadar az. Yıllardır bir Avni Anıl çıkmamış. Kültürümüz, dilimiz, müziğimiz de geriliyor. Bu kötümser ortamda arabesk gibi bir şey ortaya çıkıyor. En önemlisi, genel eğitim yaratıcılığı teşvik etmiyor. Hep Çocuk zor soru sorduğu zaman, “Sus, icat çıkarma” diyoruz. O çocuk keşke icat çıkarsa. İcat çıkarma yaklaşımıyla eğitim verilince, “Ben ne dersem onu öğreneceksin, düşünmeyeceksin, sorgulamayacaksın” düşüncesiyle çocuk yetiştirilince müzikte, resimde, eğitimde, her alanda geride kalınıyor. Ülkemin insanı çok güzel çok başarılı ancak maalesef yönetimler bunun gerektirdiğini yapmıyor. Ülke daha çok parlayacakken, özellikle 1980 darbesinden itibaren her dalda gerileme başladı. Halen yoğun bir şekilde devam ediyor. Son 15 yıldır iyice tepetakla gidiyoruz. Umarım kısır döngüden bir yerde çıkılır. İnsanlarımız, kültürümüz, hak ettiği başarılı bir geleceğe doğru yol alır. Şu andaki gidişatı pek iyimser görmüyorum. Keşke daha çok umut verebilseydim. İçinde bulunduğumuz şartlarda insan üzülüyor.
Ünlü yazar, gazeteci Emin Çölaşan’ı ODTÜ’de hangi özellikleriyle tanıdınız?
Sanırım 1966 yılıydı. Van’ın Varto ilçesinde deprem olmuştu. 2 binden fazla insan yaşamını yitirmiş binden fazla insan da yaralanmıştı. Türkiye’nin her yerinden Van’a yardım gidiyordu. İşte O zaman yine bazı entrikalar oluyordu. Depremin ardından bir gün Öğrenci birliği başkanı Emin Çölaşan okulun bahçesinde elindeki ceketi kaldırıp, “Devletin gönderdiği yardımları ben Van’da dükkanlardan satın alıyorum. İşte bu ceketi Van’da parayla satın aldım. Bu ne biçim yardım?” diye bağırıyordu. O sahneyi gözümün önünde olduğu gibi anımsıyorum. Çölaşan ile aynı bölümde değildik. Ben fizik bölümünde, O idari bilimler bölümündeydi. Ülkenin sorunları öğrenciler tarafından böyle takip ediliyordu.
Kesin dönüş yaptıktan sonra Türkiye’de neler yaptınız?
2013 yılında döndüm, 2014’te Ayvalık’ta belediyenin desteği ile Zeytin Çekirdekleri diye bir çocuk projesi başlattık. Gençlik merkezinde keman dersi verdim. Covid Pandemisi başlayana kadar devam ettim. Her Cumartesi Burhaniye’den Ayvalık’a gidip geldim. Bunu bir sosyal sorumluluk projesi olarak kabul ettim. Ücretli müzik dersi alma imkanı olmayan çocuklara, Ali Çetinkaya Okulunda ve Çakmak Köyünde dersler verdim. Köydeki grubun öğretmeniydim. 20 kadar öğrenciye keman öğrettim. Civar köylerden katılanlar oldu. Bir yanda Necatibey Eğitim Fakültesi’nde müzik öğretmenliği derken Pandemi başladı, yapacaklarımı aksattı. Ayvalık’a gidemeyince Burhaniye’de bir kadın korosu kurduk. Bu yıl Ekim ayında 3 yılı tamamladı. Bireysel öğrencilerim var, onlar gelip gidiyorlar. 8 yıl önce Zeytinli Altınkum’daki Nazım Hikmet Kültür Evinde, “Nazım Korosu” kurduk. Nazım Hikmet Ran’ın şiirlerinden oluşan şarkıları söylüyorlar. Korona virüs salgını nedeniyle ara vermiştik, salgın bitince, geçtiğimiz haziran ayında çalışmaları Burhaniye’ye taşıdık. Şimdi Nazım Korosunun çalışmalarına katılıyorum ve bireysel dersler veriyorum.