KUBİLAY S. ÖZTÜRK
Ülkemizde son aylarda hem şiddet olaylarında ve hem de bireysel silahlanmada çok önemli bir artış oldu. Bunun kendiliğinden olduğunu düşünmek saflık olur. Eskiden de silahlı çatışma haberleri yer bulurdu basında, bireysel silahlanma sorunu da böylece gündeme gelirdi. Fakat geçtiğimiz Temmuz ayından bu yana şiddet olayları adeta tavan yaptı ülkemizde ve çatışma, silahlı kavga, hesaplaşma haberleri fena halde arttı. Bu konuda bir ön tespit olarak, ekonomik kriz, işsizlik ve af çıkma ihtimali ile bireysel silahlanma olgusunun bir araya gelmesiyle, şiddetin de arttığı söylenebilir. Haliyle çeteler ve mafya grupları öne çıkıyor bu konuda ama ülkemizde artık basit alacak konuları, trafik veya park kavgaları, “niye baktın” tartışmalarında bile ateşli silahlar kullanılır oldu. Adeta toplumsal bir şizofreni hali yaşanıyor.
NE ZAMAN BU HALE GELDİK?
Mafyaya dair konularda iki farklı dönemi yaşadık son zamanlarda. Hatırlayın lütfen, Mayıs seçimlerinden önce, bazı “babaların” cezaevlerinden salıverilmelerine şahit olduk. Bu kişiler o vakit ilginç bir şekilde iktidarın bir kanadına teşekkür ve bağlılık ziyaretleri bile yaptılar. Ancak bu çetelerin birbirlerine karşı konumlanmaları da değişti hemen. İçeride ve yakın coğrafyadaki ülkelerde bazı silahlı çatışmalar, katliamlar yaşandı. Detayı pek anlaşılamadı ama “kollanan mafya” kavramı da yine toplum hafızasında yer etti. Ancak, seçimlerden hemen sonra İstanbul Esenyurt’ta bir tekel bayiinde yaşanan silahlı kavga ve korkunç cinayet, bu kez toplumu şok etti. Orada olanlar bir mafya hesaplaşması değil, sıradan insanların nasıl şiddete yöneldiğinin göstergesi oldu. “Ne zaman bu hale geldik?” denildi hep birlikte ama olup biteni kavramakta yine çok geç kalınmıştı. Alttan alta gelişen bir öfke haliyle, bireysel silahlanmanın sokağa taştığına şahit olmuştuk. Bu olaydan sonra da, sanki bir el deymişçesine çete kavgaları bir yandan, bireysel şiddet diğer yandan hızla arttı.
YABANCI MAFYA İÇİMİZE GİRDİ!
Bu arada, yabancı mafyanın bile ülkemize girdiği, faaliyet gösterdiği anlaşıldı. Hatta bunların vatandaşlık aldıkları, uyuşturucudan sanal paraya kadar çeşitli işlerle uğraştıkları ve rahat bir hayat sürdükleri de birden bire ortaya serildi. Sanki ülkemizin ihtiyaç duyduğu sıcak parayı getirmelerine karşın, bunlara birileri bilerek göz yummuş gibiydi.
Sırp, Alman, İsveçli, Azeri, Gürcü, Özbek ve Afgan çetelerden ve bunlar arasındaki çatışmalardan sıkça söz edildi. İstanbul’da motosikletli suikast timleri ortaya çıktı. Bunların özel olarak bir mafya lideri tarafından organize edildiği, para karşılığında saldırı yaptıkları anlaşıldı.
Yurt dışına çıkmak üzereyken yakalanan ve günlerce o andaki görüntüleri yayımlanan bir mafya liderine dair tartışmalar ise Ankara’daki güvenlik bürokrasinde önemli dalgalanmalar yaşanmasına vesile oldu. Ancak ne yazık ki, çeteleşme tüm illere ve ilçelere de yayılmış ve adeta bir sektör haline gelmişti.
Mesela geçtiğimiz günlerde İnegöl merkezli bir çeteye yönelik tutuklamalar yapıldı. Tefecilik yaparak yüzlerce kişinin malını ele geçiren bu çeteye yapılan ev baskınlarında, çeşitli silahlar da ele geçirildi. Kurdukları 31 şirkete ve 6 milyar TL değerindeki mal varlıklarına el konuldu, kayyum atandı. Belediye ihalelerine fesat karıştırmış, ihaleye girmek isteyenleri tehdit etmiş, ilçeye korku salmış ve bu yöntemlerle de epeyce semirmişlerdi.
KORKU İKLİMİ VE BİREYSEL SİLAHLANMA
Vatandaşlar haliyle bütün bu gelişmelere bakıp, “ne oluyoruz?” diye düşünüyor. Bu süreçte bir Bakan değişikliği de oldu bildiğiniz gibi. Ondan sonra da şiddet ve çeteleşme alanındaki durum, önemli bir gündem olarak kamuoyuna sunulmaya başlandı. Bazı çetelerin korunduğu, bazı “milli” görevlere katılmak suretiyle ayrıcalıklı kılındıkları ima edildi. Hatta iktidar içinde bir hesaplaşma olarak değerlendirenler bile var bu olanları. Fiilen bir dönemin sonu getirildi ama algı yönetimiyle birlikte yapıldı yine bu iş… Ancak, aynı zamanda ülkemizde yaşanan kaos ortamını da meydana çıkarmış oldu bu temizlik. Hem toplumun hızla bir korku iklimine sokulduğu, hem de bireysel silahlanma eğiliminin bu vesileyle arttığı görüldü. 15 Temmuz’dan sonra da bu eğilim çok barizdi. Şimdi ise çok daha yoğun yaşanıyor.
Vatandaşlar zaten ağır bir ekonomik krizin mengenesinde yaşarken ve bu halin daha da kötüleşeceğine dair emareler artarken, diğer yandan her alanda keyfiliğin, şiddetin hakim olmasından dolayı korku ve panik halindeler. Adliye binası yanındaki cafelerde bile çatışmalar yaşanıyor. AVM veya lüks restoranlarda gruplar savaşıyor. Üstelik ev sahibi ile kiracı, esnaf ile müşteri de birbirine girip silah kullanıyor. Gücü yetenin ayakta kalabildiği vahşi bir ormanda yaşar gibi olduk adeta.
Bu yaşananların “günlük normal” haline gelmesine göz yumulması, vatandaşları silahlanmaya teşvik eden bir başka unsur elbette.
SMALL ARMS SURVEY’İN TÜRKİYE RAPORU
2017’de bağımsız bir araştırma kuruluşu olan Small Arms Survey (SAS) verilerine göre Türkiye’de sivillerde toplam 13,2 milyon silah bulunduğu, bunların 2,5 milyon ruhsatlı, 10.7 milyon ruhsatsız silah olduğu açıklamıştı. Sivillerde bulunan ruhsatsız silah sayısında ülkemiz dünyada yedinci, Avrupa’da ise ilk sıradaydı.
Fakat 2023 Ağustos’una gelindiğinde, Umut Vakfı Başkanı bireysel silahlanma konusunda “Türkiye’de yaklaşık 4 milyon ruhsatlı silah var. Bunun 9 katı da maalesef ruhsatsız dediğimiz, kaçak dediğimiz silah mevcut. Toplam 36 milyona yakın silah olduğu düşünülüyor” deyiverdi. Arada çok büyük bir artış vardı. Emniyet Genel Müdürlüğü o açıklamaya katılmıyor. Ruhsatsızlar için bir sayı veremiyor ama 4 değil sadece 1 milyon ruhsatlı silah olduğunu söylüyor. Bu farklılığın av faaliyeti için alınan ruhsatlardan kaynaklandığı düşünülüyor.
AKÇAY’DA TANIK OLDUĞUM OLAY
Ateşli silah olarak çeşitli yaralama ve ölüm olaylarında tabanca dışında, av tüfeklerinin de kullanılması çok sık duyulan bir olgu ülkemizde. Bunun bir örneğine de, geçtiğimiz gün Akçay’da ben şahit odum. Sahildeki L. Akpınar Caddesi’nde satış kulübelerinin olduğu bölümde, iki polisin telaşla esnaflara “tüfekli bir adamın buradan geçip geçmediğini” sorduklarını duydum. Anlaşılan bir ihbar almış ve meydandaki Emniyet binasından koşarak gelmişlerdi oraya. Birkaç dakika sonra da az ileride, bağırıp uyardıkları ve silah doğrulttukları bir genci yakalayıp yere yatırdılar, tüfeği elinden bırakmasını sağlayıp, kelepçe takarak gözaltına aldılar. Neyse ki bir çatışma olmadı, çevredekiler tehlikeye girmedi. Gencin tüfeği “pompalı” tabir edilen ve kabzasız cinstendi. Araştırdım sonradan internette, 76 mm dört fişek alıyormuş bu silah. Bir insan vurulsa bununla, kurtulması gerçek bir mucize olur, domuz bile dayanamaz fişeğine. Bu olay yerel basına da yansımadığına göre, adli bir konuydu ve savcılığa sevk edilmekle yetinildi sanırım. Amacını bilmek mümkün değil ama bu gencin ruhsatlı veya ruhsatsız böyle bir tüfekle, taşıma kılıfında bile olmadan yalın halde şehrin ortasında rahatça yol alması çok garip geldi bana.
KABAHATLER KANUNU YETERSİZ
Ne yazık ki, ülkemizde silaha ulaşmak da oldukça kolay hale gelmiş bulunuyor. Yasadışı olarak sanal ortamda satışlar yapılıyor, elden ve kargo yoluyla teslim ediliyor. Ayrıca Irak, Suriye ve İran’dan kaçak yollarla ülkemize sokulan silahlar arasında uzun namlulu olanlar bile var. Kurusıkı tabancaların atölyelerde namlusu değiştirilerek gerçek silahlara dönüştürüldüğü de biliniyor. Yasal olarak silah edinmek ise belirli şartları sağlamakla mümkün oluyor. Silah taşıma ruhsatını sadece bazı mesleklerde olanlar alabiliyor. Silah bulundurma ruhsatı ise, sağlık raporu ve temiz adli sicil kaydı gerektiriyor. Yivsiz tüfek için de reşit olmak ve Kaymakamlığa bir dilekçe vermek yetiyor. Bu durumda ateşli silahlar ruhsata bağlansa bile yeterli olmuyor ve ülkemizde silahlı şiddet sürüyor. Kayıt dışı silahlara karşı caydırıcı yasal uygulamalar da yeterli değil. Kabahatler Kanunu’nun konusu olmak yerine, mutlaka hapis cezası getirilmek zorunda bu konuda. Mesela her sene 700 kişi düğün magandaları ve yorgun mermi nedeniyle ölüyor. Bu adet tümüyle yasaklanmalı.
“MİLLİ GÜVENLİK SORUNU”
Bu sorunu, iki yönden değerlendirerek son vermek istiyorum. Birincisi, adeta bilerek ve isteyerek şiddet ortamına göz yumulmasının yarattığı bir rahatsızlık var toplumda. Bakan değişince mi, toplumsal cerahati görebileceğiz bu ülkede? Geçmiş yıllarda da yaşatılan ve vatandaşa “artık bir şeyler yapın” dedirten uygulamalar akla geliyor değil mi? Mesela, ülkemizde her gün sokaklarında onlarca vatandaşın öldürüldüğü 70’li yıllarda, kamu adına ortak ve acil demokratik çözümler bulunmasına gayret edilmemişti.
Hatta pek çok yetkili uzun süre izlemekle yetinmişti durumu. Sonradan 12 Eylül’ü yapan generaller bile itiraf ettiler, parlamentoya destek olmak yerine darbe için gerekçe yaratılmasını beklediklerini söylediler açıkça. Şimdi bugünlere geldik ve yine şiddetin yükseldiği, bireysel silahlanmanın iyice arttığı bir dönemi yaşıyoruz. Ancak bu sefer ülkemizde çok fazla sayıda Suriyeli, Iraklı, Afgan ve Pakistanlı mülteci var. Bunlar belli bir inanca bağlılar ve yarın ülkemiz karışsa, nereden yana ve kimlere karşı tavır alacakları düşünülmek zorunda.
Böyle bir tehdit de “milli güvenlik sorunu” olmalı. İktidarın görevi bunu ortadan kaldırmak değil mi? Sokaktaki kaosu gördükçe, her gün daha fazla vatandaş soruyor bu hususu… İkincisi ise, ülkemizde bireysel şiddet olayları arttıkça “idam cezası geri gelsin” diyenlerin de çoğalması elbette. Bu mu amaçlanıyor acaba birileri tarafından? Silahlı şiddet ve toplumsal cinnete karşı durmakla görevli iktidarın, diğer yandan sıradan bir protesto eylemine karşı orantısız güç kullanması da çok garip bir çelişki oluşturmuyor mu? Bu durum, özellikle bir algı yönetimi bombardımanıyla birlikte yapıldığında, kamuoyunun aradaki farkı görmesi bile artık mümkün olmayacaktır.
Güvensiz ve ayrışmış bir toplum haline gelince, her türlü gelişme de vatandaşlarda kuşku yaratıyor. Bunca silahlanma ve çete kavgalarının yanı sıra, toplumsal öfkenin de sokağa taşması, artık çok önemli bir sorun. Buna karşı önlemler alınması da şart.