Tartışma doğru yerden yapılmalı

Algı her şey artık ülkemizde, olgulara ise aldıran yok. Seçimler bitip de tartışmasının hala devam etmesindeki neden de bu aslında. Dikkat ederseniz, kazanan tarafın vaatlerini nasıl gerçekleştireceği üzerinden daha az, kaybeden tarafın “neyi nasıl yapması” gerektiği üzerinden daha çok tartışılıyor. Muhalefeti yeniden dizayn gayreti aslında bu. Derin bir hayal kırıklığı yaşayan muhalif seçmen de, medya da alenen kullanılıyor. Bunlardan bazılarının çok uç noktalara savrulması ve ölçüsüz tepkiler göstermesi araç ediliyor. Aslında seçimlerin siyasi ve sosyolojik anlamda gerçekten tartışılması gereken pek çok yönü varken, durumun bu hale getirilmesi rahatsız edici bir manipülasyon sadece. Neden sadece muhalefet konuşulsun ki?

 

 

İktidar tarafının verdiği sözler, vaatler üzerinden de bakılması lazım. Mesela asgari ücrete Temmuz artışı için, seçimden aylar önce eski Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Bilgin’in verdiği “yaklaşık 500 USD” hedefi ve “çalışmalarımız hazır” sözü ne oldu? Seçimden sonra USD aldı başını gitti ya, o açıklama rafa mı kalkacak şimdi? Asgari ücrette 12.000 TL telaffuz ediliyor şimdi ve işverenler artışın % 6’sını devletten istiyorlar. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz da “Dolar yerinde durmuyor. Biz TL konuşmak durumundayız” diyerek bakış açılarını özetledi. Oysa vaktiyle dövizi baskı altında tutan işçiler değildi ki, şimdi işin faturası onlara çıkartılsın. Zaten bugün 500 USD olsa, yarın yine 350 USD seviyesine inecek muhtemelen. Peki, mal ve hizmetlerde, kiralarda yaşanacak artışlarla paralel yürüyecek bir asgari ücret formülünü uygular mı iktidar? Bu mümkün değil ülkemizde.

 

ŞAPKADAN ÇIKACAK TAVŞAN KALMADI…

Mesela, enflasyonu “tek rakama indirme” sözü tutulur mu? Konu sadece dövizin sabit seviyede tutulmasıyla çözülemedi. Geleceğe güven duymayan vatandaş, eline para geçince hemen ileride ihtiyacı olabileceğini düşündüğü malları almaya koşuyor. Zira yarın o malların çok daha pahalı olacağını biliyor. Esnaf, üretim yapan sanayici, ihracatçı da aynısını yapıyor. Bu satın alma eğilimi, enflasyonu iyice arttırıyor. Ne yapacak bu durumda yeni ekonomi yönetimi, hangi artanı serbest bırakıp, hangi artmak isteyeni baskı altında alacak? “Rasyonel çizgiye dönüş” için faizde ve dövizde bir şok artış gerektiğini elbette biliyorlar ama Erdoğan’ın buna ne ölçüde izin vereceğini 22 Haziran’da göreceğiz hep birlikte. Artık şapkadan çıkartılabilecek yeni bir tavşan da, bunu savunacak bir N. Nebati de yok. O vakit,  Kur Korumalı Mevduat sisteminin uygulamaya alınmasıyla, iktidara günün sıkıntısını atlatma fırsatı yaratılmıştı ama bunun bedeli geleceğimizi karartmak oldu. Gün atlatıldı, seçim de atlatıldı, şimdi hesap günü geldi. Cevdet Yılmaz o konuda da “hemen kaldırmak olmaz, aceleye getiremeyiz” diyor. KKM sona ererse oradaki para dövize koşacak. Oysa 2024’de yerel seçimler var. İktidar yine döviz ve faizi baskılayıp, enflasyonu serbest artışa bırakarak ekonomiyi düzeltemez. “Aman canım, enflasyonu da TÜİK halletsin” diyemez. Çünkü yeni ekonomi yönetimi masal dinlemek veya körebe oynar gibi ilerlemek istemiyor. Reel, doğru ve sağlam bilgi istiyor ki, geleceğe dönük rasyonel adımlar atabilsin. Var olanı daha iyi gösterme, korkulacak kadar kötü göstermeme tarzı bırakılıp, istemeseler de doğru bilgi üretilmek zorunda artık.

 

KEMERLER SIKILACAK, KAMU HARCAMALARI KISILACAK…

Mesela “herkese iş” sözünün de tutulması çok zor değil mi? Çünkü, yeni ekonomi yönetimi “Ortodoks” önlemlerini uygulamaya sokarsa, alınan kararlar kemer sıkma ve kamu harcamalarını kısma yönünde olacak. Bu durumda işverenler de daha az işçiyle daha çok iş yapmaya yönelecek. Dövizle birlikte hammadde, ara malı ve enerji fiyatları artınca, yükselen maliyetleri kontrol etmek için çare bulacak. Kendi villasını satıp da işini sürdüren bir işveren gördünüz mü bugüne kadar? İşini kapatır veya tatil eder ama hiçbiri varlıklarını satıp işini sürdürmez. Peki işçiler ne yapar bu durumda? Daha aza razı olmaz ise işinden olur, yani işsizlik artar yeni ekonomik önlemler devreye girince. Zaten kapının önünde bekleyen çok büyük bir “kaçak” işgücü var. Ekonominin yeni bir dengede rayına oturması gerçekleşene kadar, emek piyasasını bu kaçaklar doldurur. Bırakın ülkelerine geri göndermeyi, onlara sarılmak durumunda kalır işverenler. Mülteci bile değil, sadece kaçak göçmen olan bu insanlara bir uluslararası çözüm bulunmadan, yani oldukça uzun bir süre daha “herkese iş” olamayacak ülkemizde. Kadın ve çocuk işgücü de iyice baskılanacak ve sosyal güvenlik sistemine girmeden çalıştırılacak, iyice ezilecekler.

 

Mesela daha memurlara verilen en az 22.000 TL aylık, depremzedelere verilen bir yıl içinde yeni ev inşası, deprem riski taşıyan başka illerdeki vatandaşlara verilen “hazırlıklı kent“ için güçlendirme ve kentsel dönüşüm sözleri de var. Kısa vadede ödenmesi gereken 203 milyar USD borç var. Tarımı yeniden ayağa kaldırma sözü var. Ülkenin hem kuzey ve hem de güney komşularında devam etmekte olan savaşların etkileri var.

 

KENDİ YARATTIKLARI ENKAZI KENDİLERİ DEVRALDILAR…

Şimdi bütün bunları bir kenara koyup da, neredeyse görsel medyada bütün zamanı ve yazılı basında manşetleri muhalefet tarafına ayırıyor olmak “algı yönetimi” değil mi? Seçimi kazandı diye, iktidarın sağlam bir zemine bastığını söylemek mümkün mü? Yukarıda sıralanan olgular varken, kim neyin “zaferinden” bahsediyor? Lütfen hatırlayın, bugün iktidar olanlar dün de oradaydılar ve bir türlü “erken seçim” kararını bile açıklayamıyorlardı. Kendileri de, pek çok bürokratları da “bu sefer olmayacak herhalde” noktasına gelmişlerdi. Hatta seçimin ertelenmesi lafları bile konuşuluyordu. Moral üstünlük çoktan muhalefete geçmişti. İşte böyle bir ortamdayken ve iktidarın değişeceği artık kesinlik derecesinde konuşulurken, muhalefet “liderlik” konusunda anlaşamadı ve 3 Mart’ta M. Akşener ağır eleştirilerle 6’lı masadan kalktı. Bu kırılma anında sonra iktidar hemen 10 Mart’ta “erken seçim” kararını açıklayıverdi. Çok iyi incelemek lazım bu durumu.

Muhalefet tekrar ortak masaya oturdu ama artık o noktadan sonra bazı kararlarda geri dönüş olamadı ve süreç sonuna kadar devam ettirildi. Dolayısıyla, seçimin kaybedilmesini sadece CHP ve K. Kılıçdaroğlu üzerinden konuşmak çok da doğru değil. YSP’nin ayrı adayla çıkmaması, E. İmamoğlu’na yargı engeli konulması, M. Yavaş konusunda Kürt siyasal hareketinin önyargısının bütün çabalara rağmen kırılamaması, solda birliğin bir türlü mümkün olamaması, gerek duyulan +1 olabilmek için pek çok fırsatçı ama vizyonsuz girişimin ortaya fırlaması ve en önemlisi de Türkiye’nin sosyolojik gerçekleri ile sadaka sistemiyle bağımlı hale getirilen seçmenler olgusunun iyi ölçülememesi sonucunda kazandı Cumhur İttifakı. “Ya kazanırım, ya kazananın eli yanar” diyerek para musluklarını da sonuna kadar açtı. Sonuçta kendi yarattığı enkazı da kendisi devralmak durumunda kaldı. Şimdi ne yapabileceğine bakmak çok daha önemli değil mi?

 

SEÇİM SÜRECİNİN ADİL VE DEMOKRATİK İŞLEMESİNE İZİN VERİLMEDİ…

Millet İttifakı ilk tur seçime hiçbir alternatif sonuç ihtimalini dikkate almadan girmekle ve iki seçim arasında muazzam bir yalpalama geçirmekle şansını kaybetti. İktidar tarafı bu bocalamayı görünce, son darbelerini de vurmaktan geri durmadı. Seçmene, ısrarla devletin güvenlik ve beka riski, teröre taviz verildiği, sosyal yardımların ve kazanımların kaybedilme korkusu, muhalefetin devleti yürütmekten aciz kalacağı söylemi dayatıldı. Bunları yaparken de devletin bütün imkanları kullanıldı, vatandaşın bütün duygu ve inançları manipüle edildi. Seçim sürecinin adil ve demokratik işlemesine asla izin verilmedi. Muhalefet bu durumda, 14 Mayıs’ta desteğini aldığı seçmenin bir kısmını bile 28 Mayıs’ta sandığa götüremedi ve kaybetti. Sonuçta elbette kaybedenler eleştirilir ama suçlamak doğru değil. Onların müesses nizamın siyasetçileri olduğu biliniyordu. Seçimden sonra sorumluluk duygusuyla hemen istifa edebilirlerdi, bir süre sonra da olabilir bu. Beceriksiz veya saf da bulunabilirler. Fakat işte bu muhalefet kazansaydı, şimdi bütün dertlerle onlar uğraşacaktı değil mi? Çözümleri onlardan bekleyecekti vatandaş. Başka alternatif mi vardı ortada?

 

ZAFERİNİ İLAN EDENLERDEN VAATLERİNİ TUTMALARINI İSTİYORUZ

O nedenle tek tarafı konuşmaya, tartışmaya odaklanmak hiç doğru değil. Ülkeye de bir faydası yok. Bunun yerine zaferlerini ilan edenlerden, şimdi vaatlerini tutmalarını istemek daha anlamlı olacak. Bunun yeri yürütmenin çeşitli kademeleri, kısmen de yasama. Kaybedenlerin ise gidip kendi parti kongrelerinde bu durumun tartışmasını yapıp sonucunu çıkartmalarını istemek önemli. Bunun yeri, TV ekranları veya basın değil. Oralarda yenilginin şaşkınlığını veya öfkesini sergileyenler yeterince var zaten. Bazı akademisyen, eski siyasetçi ve vaktiyle şişirilmiş gazetecinin yaptığı doğru değil. Toplumda bunca yılgın ve yorgun demokrat varken, şimdi bu sergiledikleri tarzla her gün onlara yenilerini eklemeye hizmet ediyorlar sadece. Oysa muhalefet partilerinin liderleri kadar, sistemleri de çok önemli değil mi? Şimdi liderlere sert eleştiriler yöneltenler, fazla değil daha 2 ay önce sadece izlemekle yetiniyorlardı bu durumu. Üstelik hiçbir siyasi parti sonsuza kadar korunup, muhafaza da edilemez ki. Partiler bir vizyonu  olduğu ve beklentileri karşıladığı sürece yaşamayı ve gelişmeyi sürdürür. Bu olmazsa, doğal süreç ilerler ve silinir giderler siyasal yaşamdan. 

 

2024 MART’INDA YİNE VATANDAŞIN KARŞISINA ÇIKACAKLAR

Aslında şimdi ağzını açması gereken sadece vatandaşlar. İktidardan sözlerini tutmasını istemeliler. Muhalefetten ise niye 29 Mayıs sabahı bir araya gelerek seçmene bir teşekkür bile etmeyi ihmal ettiklerini sorgulamakla başlayıp, daha çok çalışmalarını istemeliler. İş bununla bitmiyor, elbette vatandaşın aş, iş, huzur ve güven konusunda ertelenemez talepleri var. Kime oy vermiş olurlarsa olsunlar, iktidardan üstlendiği görevleri yerine getirmesini istemeliler. Zaten niye iktidar olunur ki? Hiçbir siyasi parti de unutmamalı, 2024 Mart’ında yine vatandaşın karşısına çıkacaklar. Onlar da, Mayıs seçimlerinden aldıkları derslerle “hayatımızı güzel kılmayana oy yok” diyecekler. Değişimse, neyin değişeceğini soracak; helalleşmeyse kiminle nasıl helalleşeceğini soracak; A. Şener’i kınamakla da yetinmeyip Meclis’e girmesi sağlanan 38 vekilin neler yapabildiğine de iyice bakacaklar. Üstelik birlikte yaşama, diyalog kurma, ötekini anlama, demokratik bir Cumhuriyet olma beklentisini de asla unutmayacaklar.

Exit mobile version