DÜNYAMIZ gerçekten çok ilginç bir dönemden geçiyor. Muhtemelen ileride bu yıllar için “önemli bir kriz dönemi” denilecek. Zira bir tarafta sıcak çatışmalar yaşanıyor ve yakın geleceği belirleyen güç olmak adına önemli “hakimiyet” savaşları yapılıyor. Ülkelere, insanlara kan ve gözyaşı dayatılıyor, çok önemli müşterek değerler de yok ediliyor. Diğer tarafta ise, gezegenin geleceğini tehdit eden çeşitli tehlikelere karşı kararlı bir ortak duruş sergilenemiyor. Birbirine karşı hakim güç olma mücadelesi veren ama ortak tehlikelere karşı birlik olamayan insan türü, bir “akıl tutulması dönemi” yaşıyor. Bu anlamda, Coronavirüspandemisi çok ciddi bir uyarıydı aslında. Sadece milyonlarca can almakla kalmadı, tüm yaşamı ve var olan ekonomik düzeni de alt üst etti tüm gezegende. Gerçi virüse karşı kısa sürede çare geliştirmeyi becerdi insan türü ama bu pandemi nedeniyle ortaya dökülen bir “çaresizlik” halini de yaşattı uzun süre. Korkutucu bir süreç yaşadık, halen de yaşıyoruz ama buna rağmen ortak akılla davranıp, birlikte ve hızla organize olmayı beceremedi gezegenimizin ülkeleri.
Aksine tüm eşitsizlikler iyice belirgin hale geldi, “gemisini kurtaran kaptan” anlayışı daha ağır bastı. Bir başka ortak sorun olan ve halen çok yönlü etkileri fiilen yaşanan “küresel iklim değişikliği” tehdidi karşısında da yeterli birlik sağlanamadı. Bütün kıtalarda iklim değişikliğinin yıkıcı etkileri varlığını sergilemeye devam ediyor ama daha geçen Kasım ayında toplanıp, küresel ısınmayı kontrol altına alma tartışması yapan ülkelerin, verdikleri kararların üzerini çizmeleri hiç de uzun sürmedi. Ukrayna savaşı yetti de arttı bunun için. Avrupa’nın “ileri” ve söylemde “pek çevreci” ülkeleri, sıcak savaşı yakınlarında görür görmez, bir anda “kömüre ve nükleere devam” deyiverdiler. “Evimizde ısınamamaktan çok mu önemli karbon üretiminin devamı?” anlamına geliyor bu refleksleri. “Bugünü geçirelim de, yarın o küresel soruna tekrar bakarız” diyorlar ama bir “yarın” olacağı bile belirsiz hale geliyor bu durumda.
KİRLENEN HAVA TEHDİT OLUŞTURDUĞUNDA
STOKTAKİ MAKARNA NE İŞİNİZE YARAYACAK?
Velhasıl salgından da, savaştan da ders çıkartamıyor insan türü. Global sorunları tanımlamak ve hep birlikte mücadele etmek gibi bir ortak paydada birleşemiyor. Bu haliyle de, hem kendisinin ve diğer türlerin, hem de tüm gezegenin geleceğini derinden etkileyecek önemli hatalar yapıyor. Oysa yaşam söz konusu olduğunda, geriye kalan her şeyin bir anda önemini yitirdiğini görüyor ve yaşıyor bir yandan da. Para, pul, zenginlik, güç, hiçbiri yaşam kadar önemli olamıyor. Tıpkı savaşlar, doğa olayları, salgınlar gibi yaşamı tehdit eden önemli bir etken olan havanın, suyun ve toprağın kirlenmesine karşı ısrarlı bir koruma bütünlüğü de kuramıyor. Elbette savaş varken mutfağınızda biraz makarna stoklayabilirsiniz ama yok olmasına tek bomba yeter değil mi? Peki ekilebilir toprakların kirlenip, iyice azalmasının o bombadan ne farkı var? Ya kirlenen hava yaşamınızı tehdit etmeye başladığında, stoktaki makarna ne işinize yarayacak? Peki su? İnsan vücudunun % 63’ünü oluşturan su, en yaşamsal ihtiyaçlarımızdan birisi değil mi? Açlığa 21 gün ama susuzluğa en fazla 7 gün dayanabiliyor insan türü. Su kirlenirse, temiz su kıtlığı yaşanmaya başlanırsa ne yapacağız? Çok yüksek miktarda ödeme yaparak su temin etmeye kaç kişi hazır? Bu ve benzeri durumlarda, parası olanın yaşama hakkına kavuşacağı, olmayanın ölüme razı olacağı bir dünya neye benzer, düşünebiliyor musunuz?
2 MİLYARDAN FAZLA İNSAN SAĞLIKLI VE YETERLİ SUYA ERİŞEMİYOR!
Aslında bu noktada insan türünün bir durup, tüm mevcut değer sistemlerini yeniden gözden geçirmesi gerekiyor artık. Yeni değer sistemlerini dayatmak için çeşitli uluslararası oyunlarla gelecek mühendisliği yapmak kadar, “zor her kapıyı açar” diyerek savaşmayı dayatmak da, doğru bir çözüm yolu değil. Gezegenimizde pek çok kişi, toplum, ulus, ülke vb. bugün ortak ve temel yaşam varlıklarımızı koruma zorunluluğunun son derece farkındalar. Bu ortak varlıklardan birisi de su kaynakları elbette. Tüm canlılar için vazgeçilmez olan suyun, aynı zamanda bir hak olduğunun da altını çizmek lazım. Fakat Dünya’nın su kaynakları sınırlı ne yazık ki. Yeryüzünde eşit dağılım da göstermiyor. Zaten bu nedenle tarih boyunca su kaynakları için çeşitli mücadeleler yaşanmış. Günümüzde ise 2 milyarın üzerinde insan, sağlıklı ve yeterli su bulamıyor. Göçlere ve savaşlara neden oluyor bu durum. Halen Dünya yüzeyinin üçte ikisi suyla kaplı ama gezegendeki suyun sadece % 2,5 kadarı içme suyu olarak kullanılabiliyor. İşte bütün bu gerçeklere bireylerin ve ülkelerin dikkatini çekmek amacıyla da, Birleşmiş Milletler 1993 yılından bu yana 22 Mart’ı “Dünya Su Günü” olarak kutlama kararı almış bulunuyor. Ülkemizde de, her 22 Mart’ta su konusuna dikkat çekmek ve farkındalık yaratmak için pek çok etkinlikler yapılıyor.
TÜRKİYE SU FAKİRİ ÜLKE OLMANIN SINIRINDA!
Günümüzde su kaynaklarının durumuna, küresel ısınma gerçeğiyle birlikte bakmak lazım. Zira gezegenimiz, atmosferdeki kirliliğin yarattığı sera etkisi nedeniyle, hızla ısınıyor ve her gün belirtilerini gördüğümüz yoğun bir iklim değişimi yaşanıyor. İklim değişimi, bilinen yağış rejimlerini de değiştiriyor. Süreç böyle devam edecek olursa, önümüzdeki 20 yılda Dünya’nın % 40’tan fazlası su sıkıntısı çekmeye başlayacak. Bu realite, ülke ayırımı göstermeksizin tüm insanlığa, sahip olunan su kaynaklarının, yeraltı ve yerüstü su rezervlerinin kıskançlıkla korunması gerektiğini ihtar ediyor. “Peki, insan türü buna uygun mu davranıyor?” derseniz, ne yazık ki bunun cevabı olumsuz. Hayır, insan türü ne küresel ısınmayı önleyecek gerçekçi tedbirler alıyor, ne de mevcut su kaynaklarını ciddi olarak koruyor. Ülkemizde de durum böyle ne yazık ki. Artık, neredeyse su fakiri ülke olma sınırına gelip dayanmış olan Türkiye’de, mevcut yüzey sularının % 80’inin “kirli” kategorisine girdiğini söylüyor bilim insanları. Yeraltı sularında ise bu oran % 20’ye yaklaşmış durumda. İnanmak gerçekten güç ama sahip olduğumuz zenginliği korumayı beceremiyoruz. Hem kentsel alanda ve hem de çeşitli maden işletmeleri nedeniyle kırsal alanlarda sularımızı korumak bir yana, aksine epeyce kirletiyoruz. Pek çok şehrimizde, artık evlerin çeşmelerinden akan su, içilebilir nitelikte bile değil. Zaten bu nedenle de, su büyük bir hızla ticari meta haline getirilmiş bulunuyor.
KÖRFEZ’İN DERELERİ BUNCA İNSAN KİRLİLİĞİNİ KALDIRAMIYOR ARTIK!
Su konusunda çok şanslı bir bölge olan Edremit Körfezi çevresinde de, durum hiç farklı değil ne yazık ki. Sahip olduğumuz kıymetin değerini, burada da bilmiyoruz. Orman ve dağlarımızdan beslenen tüm derelerimiz, ovalara inip de, insanların yoğun olduğu alanlara ulaştığı andan itibaren, kirlenmeye başlıyor. Sonra da, her türlü sıvı ve katı atığı bünyesine alarak Körfez’e kadar taşıyor. Bugün ne yazık ki derelerimiz artık denizlerimizi kirleten en büyük faktörlerden birisi haline gelmiş durumda. Dereler ile ilişkimiz, yüzyıllar öncesinde atalarımızın yaptığı gibi devam edebilir mi? Dereler hala, her türlü kirliliği taşıyıp uzaklaştıracak bir yardımcı gibi düşünülebilir mi? Bu mümkün değil artık. Geçmişte 1 kişinin yaşadığı alanlarda, şimdi 1.000 kişi yaşıyor ve dereler bunca insan kirliliğini kaldıramıyor.
Edremit Çayı, Havran Çayı, Mıhlı Çayı ve Körfez’deki diğerler tüm yerüstü sularımız için durum hep böyle. Diğer yandan, yeraltı sularımızda da maden faaliyetlerinin tehdidi hızla artıyor. Havran Tepeoba’da sülfürik asit kullanılan Bakır-Molibden madeninde faaliyet sona erdi ama geriye kalan maden çukurunun ve eski atık havuzlarının, yer altı sularına etkisini bilimsel metotlarla değerlendiren bile olmadı. İvrindi-Burhaniye sınırındaki veya Kozak’daki altın madenlerinde ise ayrıştırmada kullanılan siyanürün yeraltı sularımızı nasıl etkilediğini halen bilmiyoruz. Hiçbir üniversite girip inceleyemedi buraları. Öyle çok örnek var ki böyle. Halbuki sularımızı korumak amacıyla, bir taraftan her türlü kirleticinin dikkatle izlenmesi, tahlil edilmesi ve sonuçlarının kamuoyuyla paylaşılması; diğer taraftan da kirleticilerin önlenmesi ve kirletenlerin cezalandırılması gerekmiyor mu?
SUYUMUZA SAHİP ÇIKMAK ZORUNDAYIZ!
Bu 22 Mart’ta da atmosferdeki, yerüstündeki ve yeraltındaki bütün su kaynaklarının, kirlilikten kurtarılmasının ve korunmasının ne kadar önemli olduğunu bir kez daha vurgulamamız gerekiyor. Bireyler, kurumlar, yerel yönetimler olarak hep birlikte ve yılda bir gün de değil, her gün suyumuza sahip çıkmak zorundayız ki, bir geleceğimiz olsun. Savaşlara ve pandemiye eşdeğer, hatta daha da önemli bir sorun bu. Suyu korumak için yarın çok geç olacak, işe bugünden başlamak gerekiyor.