Ülkemizin güney komşusundaki siyasi ve askeri süreç birden hızlandı. Aslında resmin tamamına bakınca, sanki önceden yazılmış bir senaryonun uygulamaya alındığı izlenimine kapılıyoruz. Oysa birbirinden farklı pek çok hazırlıklar yapıldığı ve muhatapların durumuna göre bunların harekete geçirildiği, fırsatların değerlendirildiği ortada. Pek çok süreç birlikte ilerliyor, sonucun ne olacağını şimdiden kestirmek zor. Fakat doğru hamleyi doğru zamanda yapanın kazanacağı bir kurtlar sofrası var şimdi.
Biraz geriye giderek bakmak lazım bu sürece. 2020’den itibaren, ABD’nin önerisiyle, İsrail tüm Arap ülkeleriyle ilişkilerini yumuşatmak üzere Abraham Anlaşması çerçevesini genişletmeye başlamıştı. Bu politika “savaşmayalım, anlaşalım” ilkesine dayanıyordu. Amacı diplomasi yoluyla ve ekonomik çıkarları arttırarak, Ortadoğu’daki gerilime son verip, dengeyi ABD’nin isteklerine göre yeniden şekillendirmekti.
Arap ülkeleri sırayla bu gelişmeye olumlu karşılıklar verdikçe, Gazze’de yerel iktidarı temsil eden Hamas, bu noktada kendisini terkedilmiş ve yalnız bulacağını anladı. Süreci radikal bir şekilde bozmak için hazırlıklar yaptı ve 7 Ekim 2023’de İsrail’e ani bir saldırı düzenledi. 1.200 İsrailli sivili öldürdü, 251 sivili de rehin alıp Gazze’ye kaçırdı. Hem dünyanın dikkatini çekeceğini ve hem de İsrail’le pazarlık yaparak yeni bazı fırsatlar sağlayabileceğini düşünmüştü.
Bu girişim, gerçekten de bir şok etkisi yarattı ama dünya ülkeleri yapılanı tasvip etmedi ve “terörizm” olarak niteledi. İsrail’in tepkisi ve karşılığı ise çok şiddetli oldu. Mukayese kabul etmez şekilde bir bombardımandan sonra Gazze’ye girip hiç ayırım göstermeden sivillere saldırdı. Bu vahşete rağmen, ne rehineleri tümüyle kurtarıp geri getirebildi, ne de Hamas direnişini yok edebildi İsrail.
Şiddetini Batı Şeria’ya da kaydırdı ama Filistinliler pes etmek yerine bütünleşti. Sonuçta, dünya kamuoyu Hamas terörünün, İsrail devlet terörü karşısında “masum” kaldığına bile şahit oldu. Terörün iyisi kötüsü olmaz, ancak İsrail resmen bir soykırım uyguladı. 50.000’e yakın çocuk, kadın ve yaşlı sivili katletmesine rağmen Gazze’deki savaşı da kazanamadı. Üstelik yaptıkları nedeniyle pek çok ülkede insanlar tepkilerini alanlarda göstermeye başladı. En büyük tepkiyi de İsrail’in vatandaşları sergiledi.
Buna karşın, Netanyahu koltuğunu terk etmemek, kötü yönetimine rağmen iktidardan inmemek için ateşkes yerine, zamana oynayarak ABD’ndeki seçim sonuçlarını ve Trump’ın geri gelmesini beklemeyi tercih etti. Bu amaçla şiddeti yaygınlaştırıp savaşa komşularını da dahil etmeye yöneldi. Suriye’de İran elçiliğini bombaladı, Tahran’da misafir olan Hamas liderine suikast düzenleyip öldürdü. Bu durumda karşılıklı olarak füzeler ateşlendi ve savaşın bölgesel hale geleceği endişesi de tüm dünyayı sardı.
Derken Lübnan’daki İran yanlısı Hizbullah’a yöneldi İsrail. Suikast ve bombardımanlar sonucunda Lübnan sakinleri ülkeden göçe zorlandı. Bu saldırılarla eşzamanlı olarak, İsrail savaş gücünün kusursuzluğuna dair bir propaganda da devreye sokuldu tüm dünyada. İsrail’in Lübnan saldırısı, Hizbullah’ı sınırdan uzağa, Litani nehrinin ötesine çekilmeye razı ederek, ABD’nin devreye girmesiyle 26 Kasım’da ateşkesle sona erdi.
İşte tam da bu noktada, beklenmeyen bir şekilde Suriye iç savaşı yeniden alevlendi. 2020’den beri süren çatışmasızlık dönemi bitti. Kuzeydeki askerlerini büyük ölçüde Lübnan sınırına sevk etmiş olan Suriye, 27 Kasım’da terör örgütü Heyet Tahrir Şam (HTŞ)’ın bir yıldırım savaşı başlatmasıyla sarsıldı. ABD bu durumu Jake Sullivan’ın sözleriyle, “Yıllardır kendilerini hırpalayan üç aktöre baktılar: İran, Rusya, Hizbullah. Onları daha önce olduğundan daha zayıf ve daha savunmasız gördüler ve bundan faydalanmaya çalıştılar” diye açıklıyor.
Böylece ABD kendisini sürecin dışında bir konumda göstermeye çalışırken, gerçek nedenin de İsrail tarafından yaratılan fiili durum olduğunu itiraf etmiş oluyor aslında. 27 Kasım’da HTŞ’nin hafif silahlarla donatılmış motorize kuvvetleri yıldırım baskınla küçük yerleşimlere saldırdı ve Suriye ordu birliklerinin ricatı üzerine, geriden gelen zırhlı araçlarla hızla işgali tamamladı.
Tipik bir IŞİD taktiği, bu sefer de tam manasıyla uygulanıyor. Tek farkı SİHA’ların da kullanılması oldu. Suriye ordusu ise, geri çekilirken tüm ağırlıklarını ve bir havaalanını da Halk Koruma Birlikleri (YPG)’ne, yani Kürtlere teslim etmeyi tercih etti. O aşamada her ne kadar Hakan Fidan “Halep’te yaşanan gelişmelere Türkiye müdahil değildir” dese bile, maaşlarının Türkiye tarafından ödendiği iddia edilen Suriye Milli Ordusu (SMO) güçleri de 30 Kasım’da bu savaşa dahil oldular. Onlar Halep’e değil doğrudan YPG’yi Tel Rifat’tan çıkartmaya yönelip, Kürtleri doğuya çekilmek zorunda bıraktılar.
Zaten Suriye ordusu ile HTŞ liderliğindeki cihatçı grupların çatışmaları devam ederken, Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile YPG sürekli alan boşaltmak zorunda kaldı. Arkadan çevrilip yok edilmek istendi. Bu durum Türkiye’nin öteden beri istediği bir sonuca yol açtı ama cihatçılar sadece bu amaç için savaşmıyorlar tabii ki. HTŞ’nin Halep’te Kürtlere söyledikleri ise, gerçek amacı ortaya koyuyor aslında. “Esad rejiminin zalim güçleriyle savaşırken, Halep’ten silahlarınızla birlikte güvenli bir şekilde Kuzeydoğu Suriye’ye çıkmanız için size bir fırsat sunuyoruz. Buna karşılık, Suriye Kürtlerinin, Suriye toplumunun ayrılmaz bir parçası olduğunu ve bu ülkenin diğer tüm halklarıyla eşit haklara sahip olduğunu da vurguluyoruz” deniliyor.
İşin özeti de bu açıklamada saklı sanırım. 2020’de Astana Anlaşması ile buzdolabına kaldırılan Suriye gerilimi, şimdi yeni bir sürece sokuldu. Muhtemelen bir ortak zemine de zorlanacak. Dünya düzenini değiştirmeye ve yeniden dizginleri ele almaya çalışan ABD, İsrail’in meşruiyetini Abraham Anlaşması yoluyla garantiye alamayınca, savaşı devreye soktu.
Rusya’nın başı Ukrayna ile dertte zaten. ABD ve müttefikleri savaş teknolojisi alanındaki üstünlüklerini cömertçe sundukları Ukrayna sayesinde Rusya’yı uzakta tutmayı başardıkları Ortadoğu’da yeni bir sayfa açmak istiyor. Kırım işgaliyle kendi kibrinin bataklığına saplanan Rusya sıkıntıda. Dünya ise zaten o coğrafyada ölen Rus ve Ukraynalı onbinlerce insan için gözyaşı bile dökmüyor artık. ABD baskısı İran’a da yönelmek istiyor ayrıca. Amacı İran’ı bölüp, iyice güçsüz kılmak. Bu şekilde hem Rusya güçlü bir müttefikinden olacak, hem de Ortadoğu’da Şii faktörü iyice zayıflayacak. Sünni İslam ülkeleri kadar, İsrail’in de işine yarıyor bu gelişme. Ortak çıkar söz konusu bu anlamda. Fakat ABD’nin nihai amacı, İran ve Rusya’yı devreden çıkarttıktan sonra, dünyanın tek patronu olabilmek için Çin’le kapışmak elbette.
Özetle iç savaşın tekrar başlatılması, bölgemizde taşları epeyce oynatacak yerinden. Toz duman dağıldıktan sonra ortaya çıkacak tabloyu da şu anda görebilmek oldukça zor. Tek kutuplu olmayan bugünkü dünya düzeninde, ABD senaryosu hiç takılmadan işleyebilir mi? Buna bakmak ve çok uzatmadan şunları söylemek lazım:
1-) Hiç kimse “oldu da bitti Maşallah” havasına girmemeli. 2-) Kürtler kadar Sünni Arapların da özerk olacağı, gevşek bir Suriye konfederasyonu oluşturmak da kalıcı bir çözüm sayılmamalı. Çünkü bu saldırıyı başlatan ve İdlip ile Sünni muhalefete hakim olan HTŞ’nin, Suriye’de iktidarı tümüyle alması asla mümkün değil.
Türkiye’ye komşu olacak bir cihatçı ülke asla uzun süreli olamaz. Tıpkı Hatay gibi, Suriye’de de nüfusun çoğunluğu Nusayrilerde hala. Üstelik İsrail her istediğinde vurabiliyor Suriye’yi ve karşılık da verilmiyor. İran’ın desteklediği unsurlar da dengeyi koruyamıyor. Rusya olmazsa Esad’ın iktidarını sürdürmesi zor ama bu gelişmelerden sonra artık Trump’ın gelir gelmez Suriye ve Irak’tan çekilmeyeceği de ortada.
O yüzden Esad’ın bir süre daha “vazgeçilemeyen denge unsuru” olarak iktidarda kalması, bir uzlaşma noktası olması daha mümkün. Kontrol edilmesi zor El Kaideci kuvvetler veya Kürt güçleri yerine, tüm aktörleri bir ortak noktada buluşturabilir bu tercih. Kurt dumanlı havayı sever diyerek, fırsat peşinde koşmaya kalkışan tüm aktörler de bu durumu dikkate almak zorunda kalabilir. Hayaller yerine, bir süre sonra eldeki kazanımla yetinmek noktasına dönenler artacaktır.
Türkiye’nin gözü asıl olarak YPG’de ama başka beklentileri de var elbette. Nitekim muhtemelen bu saldırının hazırlandığından da haberdar olması mümkün olan iktidarın, kısa süre önce attığı adımlar, bu aşamada daha anlaşılır oldu. Ekim ayından itibaren Bahçeli tarafından başlatılan yeni sürecin ne olduğu ortaya çıktı. Bahçeli aniden AİHM’in 2013 tarihli bu hukuki içtihadını hatırlamadı elbette. “Umut Hakkı” söylemi ve “Öcalan gelip konuşsun” diye özetlenen sürecin, güney komşumuzdaki son gelişmeler ile hiç de uzakta olmadığı anlaşıldı.
Gerçi “Çözüm Süreci” denilmiyor bu kez, “Terörsüz Türkiye” kavramı tercih ediliyor. Bunun anlamını da Hakan Fidan’ın “Kürtler bize karşı görevlerini bilirler” söylemi ortaya koyuyor. “Siz Suriye’de özerk bir yapıya kavuşabilirsiniz. Türkiye’ye bulaşmamak kaydıyla buna razı olabiliriz” teklifi mi oluyor bu tavır acaba? Üstelik Suriye’de muhaliflerin geniş alanları ele geçirmesiyle, Türkiye’deki sığınmacıların çoğunun Halep ve İdlip kökenli olmalarının, geri dönüşler açısından yararlı bir gelişme olarak görüldüğü söylenebilir mi? HTŞ saldırısının, Suriye krizine siyasi çözüm bulmak için bir fırsat doğurduğu ve istenilen doğrultuda bir müzakere masası kurulmasıyla sonuçlanabileceği de düşünülüyor olabilir mi?
Demek ki aslında Devlet Bey’in aklı değil de, devletin aklı bunları öngörmüş sanırım. Hal böyle olunca da Mehmet Uçum’un dile getirdiği “Cumhurbaşkanımız Erdoğan anayasal görevleri ve yetkileri gereği devlet aklının tam da merkezindedir” sözü akla geliyor haliyle. Zaten gelişmeler böyle olmasa bile, Suriye’deki durumu “Allah’ın yeni bir lütfu” olarak değerlendirebilecek esnekliğe de sahip olduğu biliniyor Erdoğan’ın. Fakat acele de etmemek lazım. Kısa vadede “koridor” sorunu kapatılmış olabilir ama uzun vadede komşunun toprak bütünlüğüne ve kendi geleceğine karar verme hakkına saygı duymak, daha rasyoneldir.
Unutmayalım ki halen, Rusya’nın tek taraflı olarak ABD ile aralarındaki nükleer silahları sınırlayan START (Stratejik Silahların Azaltılması Anlaşması)’nı askıya aldığı bir dünyada yaşıyoruz. Dünya tek kutuplu da değil günümüzde. O nedenle hemen “taraf” olmayı seçmek yerine, bağımsız ve dürüst komşu olmayı sürdürmek Türkiye’nin uzun vadeli dış politika ilkesi olmalıdır. Farklı bir tavır ise, iç siyaset nedeniyle yapılan bir tercih olarak algılanacaktır sadece.