İnsan türünün en önemli zihinsel özelliği düşünme yeteneğidir. Beynimizin bu önemli ve ayrıcalıklı faaliyeti, sadece bir konuyu veya durumu zihnimizde canlandırmak, eski söyleyişle “tasavvur etmek” kavramıyla da sınırlı değildir. O konuyla ilgili olarak edindiğimiz tüm bilgi, deneyim ve duyumları, kendi zihnimizde bir “soran” taraf ve bir de “cevaplayan” taraf oluşturarak enine boyuna değerlendirmek, bir sonuca varmak eylemidir düşünmek. Yani tam da halk deyimiyle “kafa yormak” işidir.
Fakat bu önemli zihinsel faaliyetimize, duygularımızı, çeşitli ön yargılarımızı, aidiyetlerimizi ve alışkanlıklarımızı katmamak gerekiyor. Çünkü öyle yaparsak, rasyonel bir sonuç çıkartma şansımızı da tehlikeye atıyoruz. Zira hayat, bizim iradi kararlarımıza veya gönlümüzden geçenlere göre değil de, kendi reel gerçeklerine göre devam ediyor.
Şimdi bu girişin ışığında, gelin şu soru üzerinde birlikte düşünmeye çalışalım: Bir yaşam alanının kaderini kimler belirlemeli?
Sade ve basit bir soru bu değil mi? Peki “doğru” cevap ne?
Birimiz çıkıp da “bizim parti” veya “bizim aday” derse, bu kestirme bir yanıt olur elbette ama doğruluğunu herkes onaylamaz.
ORTAK VE SAĞLIKLI BİR GELECEK İÇİN…
Bir şehrin kaderinin belirlenmesi işini siyasi aidiyetlere veya kişilere bağlamayı tercih edenler, o yaşam alanındakilerin sadece bir kısmını temsil edeceklerdir kaçınılmaz olarak. Tamamını değil. Bir aday 51, diğeri 49 oy alsa mesela, o yaşam alanıyla ilgili olarak verilecek tüm kararlarda karşısına epeyce zorluklar ve itirazlar çıkması da kaçınılmazdır. Anılan oranlar 90 ve 10 bile olsa, azınlık haklarını da güvenceye almadan huzurlu bir yaşam alanı oluşturmak yine de çok zordur. Genel bir toplumsal uzlaşma ve adalet duygusu olmadan, bu türden oranlar kifayetsiz kalır.
Ayrıca siyasi kadro veya kişiler dışında, başka faktörler de girecektir devreye. O yaşam alanındakiler, ortak ve sağlıklı bir gelecek için “ne yapılacağını” ve “nasıl yapılacağını” da sorarlar haliyle. Zira en azından kendi yaşadıklarıyla bilir ki vatandaşlar, örneğin bir ilçede geleceklerini bir siyasi partinin veya siyasetçinin eline bırakıvermek, öyle kolay bir tercih de değildir. Programa, ekibe ve ülkedeki merkezi yönetimin desteğine de mutlaka dikkat etmeleri gerekir.
Özetle vatandaşlar o şehrin kaderini kimin belirleyeceği hususu ile ülkenin kaderinin belirlenmesini birlikte düşünmeyi tercih ederler. Bu noktada, duygusal değil rasyonel kararlar vermek isterler.
TARİH AÇIKLANMASA DA SEÇİM SÜRECİ YAŞIYORUZ
Yaklaşmakta olan seçimlerin zamanlamasının da, bu nedenle çok ilginç olduğunu söylemek lazım. 2023’ün en geç 18 Haziran’ında yapılması gereken genel seçimlerin sonucu, 2024’ün en geç 31 Mart’ında yapılacak yerel seçimleri, yani kendi yaşam alanlarımızın kaderinin ne olacağını da doğrudan etkileyecek. Vaktiyle, iktidar sahiplerinin “kazanan hepsini alsın” mantığıyla yaptıkları bu düzenleme, dönüp kendilerini vuran bir bumerang işlevini görecek muhtemelen. Şehirlerinin kaderini kimlerin belirleyeceğini soracak olan vatandaşlar, daha öncesinden ülkenin kaderine dair karar vermek durumunda kalacaklar.
2019 yerel seçimlerinde kısmen hayata geçen “iktidar odağının artık değişmesi gerektiği” eğilimi, bunca hatalı uygulamalar ve ekonomik sorunlar da yaşandıktan sonra, muhtemelen epeyce artarak sandığa yansıyacak bu kez. Üstelik belediye başkanlığını alıp, belediye meclisinde çoğunluk olamamanın sonuçlarını da gördüğü için seçmenler, kendi yaşam alanlarının, şehirlerinin kaderini belirlemek için çok daha gerçekçi tespitler ve tercihler yapacaklardır.
Tabii bunun tam tersini de düşünmek lazım. Bir yerel yönetimde başarısızlıklar, hatalar veya kötü örnek olma halleri varsa, o yaşam alanındaki vatandaşların ulusal ölçekte verecekleri kararı da doğrudan etkilemesi kaçınılmazdır. Nitekim, kesin tarihi açıklanmasa da tam anlamıyla bir seçim sürecinin yaşanmakta olduğu ülkemizde, bu şekilde ifade edilen tereddütleri de hemen her gün duyuyoruz. Yereldeki olumsuz örnekler, ulusal ölçekteki tercihler konusunda seçmenlerin kafasını karıştırabiliyor veya en azından genel seçim için oluşan tercihini ifade ederken vatandaşlar, kendi yerel yönetimleri için “fakat bir daha böyle birini istemiyoruz” diyerek ek görüş belirtme ihtiyacını duyuyorlar.
YERLİLER YABANCILAR…
Peki bir şehrin kaderini belirlemede tek kıstas parti veya aday mı? Elbette ki değil. Şimdi birimiz de çıkıp “o şehrin yerlileri belirlemeli kaderini” derse, bu da kestirme bir yanıt olur ama yine doğruluğunu herkes onaylamaz.
Yerliden kasıt “o şehirde doğan” veya “orada uzun süredir yerleşik” anlamını taşıyor. Fakat artık sadece yerlilerden oluşan veya yerlilerin çoğunlukta olduğu kaç yaşam alanı kaldı ki ülkemizde? Gelişmiş çoğu ilçemizde ve ilimizde, “yabancı” denilenler oranın yerlilerden daha fazla değiller mi? Tarihsel süreci irdelemeye kalkmayacağım, 1970’lerden sonra yaşanan iç göç gerçeğine de değinmeyeceğim ama örneğin “mülteci” olgusu hangi şehrimizde yok ki artık? Üstelik bu “zorunlu misafirlere” karşı bir memnuniyetsizlik ifade edenler, hatta bunu fiili hale getirenler olduğu gibi, “mülteciler olmasa sanayici ne yapar?” diyenler bile var bizde. “En alttakiler” olmadan çarkları nasıl döner ki böyle sistemlerin? Kısacası, günümüzde bir şehrin yerlisi veya yabancısı sayılmak da son derece izafi bir kavram. Bunun bir ayrıcalık tanımı olarak kullanılması da yanlış zaten.
Üstelik özellikle sahil yerleşimlerimizde, yerel ekonominin de fiilen belirleyicisi olan yazlık konut sahiplerine hala “yabancı” diyebilmek ve onların şehrin kaderi hakkında karar süreçlerine katılmalarına karşı durmak mümkün mü? Aksine, sabit ikametgahı farklı şehirlerde olan ama yaz döneminde yaşam alanlarımızı paylaşan bu hemşerilerimize yönelik tamamlayıcı yasa ve yönetmeliklere ihtiyaç var aslında. Bu insanların parasını alıp, fikrini sormamak veya katılım taleplerini duymamak, bu çağda sürdürülebilir bir yöntem olabilir mi? Velhasıl bu önerinin de tatmin edici bir kabul görmekten uzak olduğu ortadadır.
ÇAĞIN VE ZAMANIN RUHUNA UYMAYAN TERCİHLER…
Peki, şimdi aramızdan bir başkası da çıkıp, “falanca meslek grubu belirlemeli kaderini şehrin” derse, bu kestirme yanıta da itirazlar gelmez mi? Hangi meslek grubu? Sanayici mi, zeytinci mi, müteahhit mi, inşaatçı mı, hangisi? Her birini ve burada anılmayanları da hem destekleyecek ve hem de itiraz edecekler mutlaka çıkacaktır.
Demek ki siyasi tercihli, kişi ağırlıklı, yerli ve “milli” çerçeveli, çıkar odağı ve grubu temelli, inanç veya etnik aidiyeti esas alan vb. tüm önermeler, bu çağın ve zamanın ruhuna uymuyor artık. Aksine “hemşerimiz” olan ama vizyonu ve kadrosu olmayan birini tercih ederek o şehrin kaderini belirlemeye kalkıştıklarında, sadece bir sürü yetersizliğin sergilenmesi ve zamanın boş yere harcanması söz konusu olabiliyor. Hele de böyle kişilerin, siyasi partilerin merkezleri vasıtasıyla dayatılması ise ayrı bir trajedi oluşturuyor.
Günümüzde önemli olan, bütün bunları dikkate alarak o yaşam alanındaki tüm tarafları dengeli bir bütünlük içinde tatmin edebilecek yönetimlerin; kapsayıcı, adil, eşit, dürüst ve hesap verebilen bir idare sergileyebilmeleridir. Bilime sormaya, doğanın korunmasına, günü düşünmek kadar geleceği de planlamaya, proje ağırlıklı çalışmaya önem verecek böylesi kadrolara gerek var artık.
Bu nedenle, bir yaşam alanının kaderini sadece yönetenlerin ufku veya kalitesi belirlememeli. Oradaki tüm vatandaşların ortak iradesi ve düzeyi belirlemeli. Seçmenin kültürü ve eğitim düzeyi belirleyici olmalı. Bu aslında bir vatandaşlık görevi de aynı zamanda. Esas yükseltilmesi ve vaziyete el koyması gereken vatandaş çünkü. Onlar bu işi “birilerinden” beklemek yerine, kendi ellerine almak zorundalar. Bu nedenle de vatandaşlık görevine “düşünmek” faaliyetiyle başlanmasını öneriyorum. Açın lütfen zihninizi, kaldırın kalıpları kafanızdan ve düşünün, sorgulayın her şeyi. Sonra da vicdanınızın sesini dinleyerek yapın tercihlerinizi. Biz insanlara bahşedilen bu özel yeteneğe lütfen değer verin. Göreceksiniz hayatınız da değişecek.