Piyasa prematüre kitaplarla dolu

OCG

Hilmi DUYAR /POLİTİKA/ Bilsen Başaran, öğretmen, şair, yazar, eleştirmen, bir aydınlanma savaşçısı. Ödül almış çocuk kitapları, romanları, şiir kitapları ile haklı olarak gurur duyuyor fakat onu en çok gururlandıran, kuş uçmaz, kervan geçmez köylerde, ışığı ile aydınlattığı çocuklar. Kimsenin, gitmek, bakmak bile istemediği varoşlarda eğitim verdiği öğrencilerinin hayatına dokunmak ona gurur veriyor. Bu yönünü edebiyatçı yönünden çok beğeniyor. Maraş katliamını, Madımak Oteli katliamını belgeleriyle kitaplarına taşımış. CIA’nin Türkiye’de iç savaş çıkarma girişimi olarak niteliyor bu olayları. Nazım Hikmet’in mezarının Türkiye’ye taşınmasını istemiyor, Can Yücel’in mezar taşını parçalayanları gördükçe. Şairlerin şiirleriyle, baskıya, zulme, diktatörlere karşı, devrimlere öncülük ettiğini söylüyor. Ülkemizdeki ekonomik koşulların etkisiyle son zamanlarda, yayınevlerinin editör, eleştirmen bulundurmaması nedeniyle piyasada prematüre kitap bolluğunun yaşandığına dikkat çekiyor. Bilsen Başaran edebiyat hakkındaki görüşlerini Politika okurları ile paylaşıyor bu söyleşimizde.

 

 

Bilsen Başaran kimdir?

13 Mayıs 1954’te Erzurum’da dünyaya geldim. İlkokulu, kiliseden bozma binada eğitim veren Gazi İlkokulunda okudum. Erzurum Kız Ortaokulu’ndan mezun olduktan sonra Erzurum Öğretmen Okulu sınavını Türkiye birincisi olarak kazandım. Öğretmen olduktan sonra yurdun çeşitli yörelerinde öğretmenlik ve yöneticilik yaptım. 26 yıl devlet memurluğunun ardından emekli eğitimciler kervanına katılırken, öğretmenliğimi özel okullarda sürdürdüm. İzmir’de öğrenim gören kızımın yanında olabilmek için bu şehre taşındım. Yazın çalışmalarımı burada sürdürüyorum. 2 evlat ve torun sahibiyim. Edebiyatçılar Birliği, Bilim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği, Türkiye Yazarlar sendikası üyesiyim.

 

 

İlginç bir çocukluk yaşamınız var. Nasıl bir ortamda büyüdünüz, edebiyata yönelmeniz çocukluk yıllarından mı geliyor?

Şanslı bir çocukluğum oldu. Babam, son derece aklı başında, okumaya aşıktı. Kazak Abdal, Pir Sultan Abdal, Hacı Bektaşi Veli’den deyişlerle, menkıbelerle olayları anlatan, toplumda saygı gören sözü dinlenen biriydi. Tipik bir ticaret erbabıydı. Otel işletmeciliği, besicilik yapıyordu. Çevremiz çok genişti. Böyle bir ortamda mutlu bir çocuktum. İki annem var. Babam, ilk eşinin, üvey annemin çocuğunun olmaması nedeniyle ikinci evliliğini yapıyor. Bana son derece renkli geldiği için annelerimin yaşamlarını, şiirlerimde, öykülerimde kaleme aldım. Aslında onların kendi hayatlarına baktığınız zaman acı yüklü. Elbette bir kuma olayı var. İki annem de okuma yazma bilmiyorlardı ama okumaya çok düşkünlerdi. Yaşamlarındaki bütün eksiklikleri tamamlamış bir biçimde evlatlarına sunan iki özverili kadın. Büyükannem, beni ve kardeşimi doğurmayan büyük annemiz, kuma annemiz benimle beraber Silifke’nin Seydili Köyü’nde 2-3 yıl alıştığı bütün lüksten, bütün olanaklardan uzakta, bir kalp hastası olarak dağ köylerini dolaştı. Bizim bir şansımız da kiracılarımız farklı kültürlerden gelen insanlardı. Annem 8 odalı otelimizin bir katını boydan boya eve dönüştürmüştü. Babam, ırgatlar, çalışanlar, otel işlerine yardımcı olanlar, seyislerimiz için akşamları 4-5 tane yer sofrası hazırlanırdı ve onlarca kişi birlikte yemek yedik. Babamın bir de sosyalist adaleti vardı. Aynı kumaştan hepimize elbise diktirirdi. Çalışanların çocuklarıyla ben aynı giysileri giyerdim. Böyle bir eşitleme fikri, ta o günden bana verildi. Babamın sağ dizinde ben, solunda bir kiracımızın ya da çalışanımızın torunu otururdu. Adil, vicdanlı, sevgi yayan baba ile iki annenin arasında büyüdüm. Hatta iki annemin yüreklerinden benim yüreğime iki salıncak kuruldu, iki salıncakta büyüdüm. Böyle mutlu çocukluğum oldu. Annelerim okuma yazma bilmezlerdi ama ben bir şiir ezberlemeye kalkışsam annem yaptığı işi bırakır, odayı boşaltır ve sessizliği sağlardı. Beni doğuran annem kitabımı kucağıma koyarken kitaplarımı öperdi. “Kalem tutan ellerine kurban olayım” diyerek. Ellerimi öperdi. Okumaya, yazmaya, kadın haklarına son derece duyarlı, barışçıl yaklaşan bir aile ortamında büyüyüp, yetiştim.

 

 

Tabure üstüne çıkıp kitap okuyormuşsunuz. Babanız mı istiyordu kitap okumanızı?

Otelden bozma olduğu için evimiz çok büyüktü. Kocaman bir salonu vardı. Akşamları babam mecbur tutmuştu. Çalışanlarımız, kiracılar, uzun kış günlerinde nereye gidecek? İster istemez toplanırlardı. Annem semaverde çay yapardı. İlkokul 4’üncü sınıfında başladım bu uygulamaya son sınıfa kadar. Çünkü öğretmen okulunu yatılı okudum. Bu insanlar karşıma dizilirlerdi. Kitapları önce babam okur, sonra bana bırakırdı. Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun, Kerbela vakası, Hayber Kalesi’nin fethi gibi kitaplar okurdum. Kadınlar hıçkıra hıçkıra ağlarlardı. Özellikle Kerbela’nın İmam Hüseyin ve çocuklarını katli döneminde. Bunları okudukça, her seferinde, kadınların ilgisini çekecek ne okuyayım? Diye araştırmalar yapıyordum. O zaman öğretmen olma fikrim yoktu ama ablam öğretmendi. Böyle idealize edilmiş bir aile tablosu çiziyorum ama gerçekten öyleydik. 6 yaşında, babamın yüksek ses ile okuduklarını öğrenmiş, hatta ezberlemiştim. İlkokula başladığım zaman Cumhuriyet Bayramı’nda Öğretmenim birinci sınıflardan bir kişiye şiir okutacaklarını belirtip, şiir bilen var mı diye sordu. Ben Elimi kaldırdım. Öğretmenim cumhuriyet şiiri biliyorum düşüncesiyle beni kürsüye çıkardı. Kazak Abdal’ın bir şiirini okudum. Nereden öğrendiğimi sorunca, babamın şiiri söylediğini onu dinlerken öğrendiğimi söyledim. Her toplantımda, öğrencilerle buluşmalarımda anlattım. Okuma sevgisinin aşılanması, çocukların öğrenmesi için, kişinin kendi gayretinden çok ailenin, bilinçli olması gerekiyor.

 

 

İlkokuldayken Dünya klasiklerinin tamamını ve pek çok kitabı nasıl okudunuz? Sizi okumaya yönlendiren ne oldu?

İlkokul üçüncü sınıftayken, emekliliğe gün sayan Sakıp Atmaca adında bir öğretmenimiz vardı. Okulumuz da derme çatma, ahşap bir binaydı. Bize, “Teneffüse çıktığınız zaman bina içerisinde koşmayın, yürüyün. Koşarsanız binamız yıkılır” derdi. Biz de merdivenlerden terbiyeli bir şekilde inip çıkardık. Bina gerçekten sallanırdı. Üst kattaki sınıflarda hareket edildikçe üstümüze toz toprak dökülürdü. Çok kaliteli öğretmenlerimizin olduğu kaliteli bir okuldu. Çok sıcak bir ortam vardı. Sakıp öğretmenim bana ve birkaç arkadaşımın eline toz bezleri ve kovalar verdi. “En üst kata çıkın, oradaki odaları temizleyin, kitapları da düzenleyip gelin” dedi. Kiliseden bozma olduğu için temizlemeye çıktığımız yer, küçük küçük kafes gibi çile odalarıymış. Biz oralardaki rafları sileceğiz, temizleyeceğiz, tozunu alacağız, kolilerdeki, çuvallardaki kitapları çıkarıp raflara dizeceğiz. Arkadaşlarımla birlikte bize denileni yaptık ama heyecanla, bir o kitaba, bir bu kitaba bakıyoruz. O kitaplar Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı döneminde Türkçeleştirilen dünya klasikleri de dahil pek çok kitap var. Sadece Türk yazarlar değil, dünyadaki pek çok ülkenin yazarlarının eserleri bulunuyor. Temizliği bitirdik, kitapları raflara dizdik, öğretmenin odasına gittik. Masasında oturuyor. Yanına yaklaştım, “Öğretmenim o kitaplar kimin?” Diye sorduğumda, “Senin! İstediğin kadar al, oku, getir, getirdiğinde de haber ver. O kitaplar sizin için. O kütüphane sizin için yapıldı ya” diye yanıtladı. Karanlık bir odanın kapısını, bahçeye açtığınızda gözleri kamaştıran gün ışığı nasıl odaya doluyorsa, benim beynim de böyle bir aydınlığa sonuna kadar açıldı. O heyecanla yukarıya koştum. 3-4 kitap seçip eve götürdüm. 5’inci sınıftan mezun olasıya kadar yüzlerce kitap okudum.

 

 

Öğretmenlik mesleğini nasıl seçtiniz?

Erzurum Kız Ortaokulu’nda okudum. Müdürümüz Nurhayat Narmanlı idi. Erzurum’un Pasinler ilçesinde, bizim Hasankale dediğimiz kaplıcalarıyla ünlü bir yer var. Her yıl ailece oraya gider çadır kurarız. Nurhayat Narmanlı çadır komşumuzdu. Günümüzde insanlar, yazın ve tatil dönemlerinde sahil bölgelerine akın ediyor. Hasankale de bizim yazlığımız gibiydi. Müdürümüz ayrıca aile dostumuzdu. Bir gün babama, ”Tahir amca, Bilsen gelecek vaat eden bir çocuk. Onu öğretmen okulu sınavlarına sokalım” dedi. Ben de her sene okul birincisi oluyordum. Öğretmen okulu sınavlarına girdiğim yıl Türkiye genelinde birinci oldum. Şimdi medya üniversite sınavlarının, lise giriş sınavlarının birincilerini arıyor, buluyor, haber yapıyor. O dönemde basında böyle ilgi gösterilmezdi. Öğretmen okulu sınavlarını birincilikle kazanıp, öğretmenliğe adım attım ve birincilikle mezun olup öğretmen oldum. Öğrencilik hayatımda okumanın, kitap dostluğunun çok büyük yararlarını gördüm.

 

 

Yazarlığa nasıl adım attınız?

Ben, ilkokuldan öğretmen okulunun 1’inci sınıfına kadar okuyup, doldum. Öğretmen okulu birinci sınıfta bir gün eğitim şefimiz ve müdür yardımcımız Ekrem Altun, beni yanına çağırıp, “Sen, çok canlı, çok doğru cümleler kuran, kendini güzel ifade eden bir öğrencisin. Bir okul gazetesi çıkartın. Seni gazetenin sorumlusu yapıyorum” dedi. Kız öğretmen okulu olduğu için ablalarımız var. Bana bu görevin verilmesi çok onurlandırdı, gururlandırdı. Şiirler yazılar gelmeye başladı.  Ne kadar şiir ve yazı geliyorsa, kendimce bir başkası yazmamış gibi tekrar yazıyorum, düzeltiyorum. Hazırladığım gazeteyi öğretmenime götürdüm. Yüzüme baktı, kaşlarını çatıp, “Böyle olmaz” dedi.  Orijinallerini görünce çok kötü olduğunu anladı ve “Bu gazeteyi kişisel gazeten gibi yapmışsın; Bir de şiir koy. Bundan sonrakileri de sen çıkar” dedi. Öğretmenler günü yoktu, 16 Martta öğretmen okullarının açılış günü nedeniyle kutlamalar yapılırdı. Onunla ilgili makale yazdım. O gazeteyi halen saklıyorum ve arşivimde çok özel yeri var. Öğretmen okulu yıllarında yazmaya başlamışım. O yıllarda şiirlerde yazıyordum.

 

 

İlk atandığınız, ilk öğretmenlik yaptığınız yer neresi oldu?

Öğretmen okulunu birincilikle bitirdiğimden devlet; “Parasız yatılı okuyanların atamasını keyfimize göre biz yapıyoruz. Sen birinci olduğundan, herhangi bir yükseköğretim kurumuna da kayıt yaptırmadığından biz sana bir hak tanıyoruz. 2 il isteme hakkın var” dedi. Ablam yeni evlenmişti. Onu çok özlediğim için Mersin’i yazdım. Çektiğim kurada, Silifke’nin Seydili Köyü çıktı. Uzuncaburç’ta Toros Dağları’nın zirvesinde bir konargöçer köyü. Karakeçililer, Alakeçililer, o bölgeye iskan edilmiş yerli Türkmenleri. Çok güzel bir kültürün içine düştüm? Erzurum, kar, kış, kıyamet, görev yerim, çam ormanları, güller, ağaçlar üzüm bağları ile kaplı. İnsanların gelenekleri çok farklı, konuyorlar, göçüyorlar. Keçiler yavruluyor, göçlerini develerin sırtında yapıyorlar. Kızlar çok özgür. Sürmeli gözlü kızlar, oğlanlar birbirlerine ayna verip alıyorlar. Ben böyle başka bir dünyadaymışım gibi onları izliyorum. Onlardan da çok şey öğrendim, çok şey aldım. Kadının özgürlüğünü, doğanın hayatımıza etkisini, kavradıkça, öğrendikçe, ben de aydınlıklara doğru kapı üstüne kapı açıldı.

 

 

İçel, yaşamınıza yeni ufuklar açmış. Daha sonra nerelerde görev yaptınız?

Ben bu arada evlendim. Eş durumundan tayinim Erzurum’a çıktı. Burada mesleki açıdan pek çok sorunlar yaşadık. O zaman Marshall Yardımı adı altında öğrencilere süt tozu ve yağ veriliyordu. Onları satan, okulu sevmeyen, insanların okula gitmemesi için mücadele eden muhtar ile karşılaştık. Çok ağır kış koşullarının yaşandığı anda, çocukların önünü kesen, tezek, odun, kömür vermeyen, bir zihniyet ile karşılaştık. Kış ortamında çok ağır koşullarda bir yılı tamamladıktan sonra Nahiye Müdürü’ne çıkıp durumumuzu anlattım. Baktı, araştırdı, görev yaptığımız köye kadınların atanmamasıyla ilgili rapor olduğunu söyledi. Ya 2 erkek öğretmen olacak ya da evli bir çift. Tayinimiz Dadaşköy’e yapıldı. 2 yıl çalıştıktan sonra, Erzurum merkezde Rüştü Paşa İlkokulu’na atandım. Rüştü Paşa’da da çok başarılı, çok güzel yıllar yaşadık. Korolar, folklor grupları çalıştırdım. Öğrencilerim çok iyiydi. Yıllar ilerledikçe merkezde, daha zengin, daha lüks muhitlere doğru yöneltildim. Milli Eğitim Müdürlüğü öyle istiyordu.  Çünkü bayramları sunuyor, bütün programlarda aktif görev alıyordum. İnönü İlkokulu’nda, hem sınıf öğretmeni, hem laboratuvar birim öğretmeni olarak görev aldım. Kendi isteğim ile tayinim İstanbul’a yapıldı. İlk görev yerim Esenyurt’a oldu. O zaman bomba atılmış gibi, yıkık, dökük, daha yeni yeni yapılaşan, gecekondu, varoş, her türlü insanın bulunduğu bir yerdi. Büyükçekmece’ye bağlıydı. Minibüsten inince ayaklarımıza poşet bağlayarak çamurlu tarlalardan geçerdik. Su kuyularının önünde ceset gördük. O kadar kötü, izbe, kentin kusmuğu gibi kabul edilmemiş bir bölgeydi. Ama şimdi gökdelenler yükseliyor, rant merkezi haline geldi Esenyurt. 3 sene çalıştım. Büyük bir şanssızlık eseri, Bulgaristan ile politik sorunlar yaşadı ülke. Turgut Özal dönemiydi. Çok fazla soydaşımız Türkiye’ye göç etti. Okulumun bahçesine çadırlar kuruldu, kayıt noktaları oluşturuldu. O insanların entegrasyonu orada yapılıyordu. Zorunlu olarak yeni öğrenciler aldık sınıflarımıza. Kente akmalarını devlet böyle engelledi. Bir bakıma devlet bizi mahvetti. Bir sınıfta 107 öğrenciyle derse giriyorduk. Birinci sınıfı okutuyordum. Çok zorluklar çektim ama yılın öğretmeni seçilmiştim. Milli Eğitim Bakanlığı’nın 1985-1986’da yaptığı öğretmenler arası, şair öğretmenler arası şiir yarışmalarında dereceye girmiştim ve birincilikler aldım, üçüncülük aldım. Edebiyatın içinde yol alırken, paralelinde öğretmenlik yapıyordum. Öğretmenliğin içindeki koşuşturmadan edebiyat ile rahatlıyordum. Onun mutluluğuyla, onun bilinciyle yol aldım. Bir taraftan mesleğimi çok başarılı bir şekilde yürütürken, bu benim içim büyük bir onurdur. Edebiyatta şu an bulunduğum noktadan daha çok, yoksul öğrencilere dokunabilmenin, köylü çocuklarına dokunabilmenin, toplumun dönüp bakmadığı insan gruplarına dokunmanın, onlar için mücadele etmenin hazzıyla, iç huzuruyla, vicdan huzuruyla öğretmenlik mesleğimi tamamladım. Sonra özel dershanelere geçtim. İstanbul’da önce Yükselen Dershanesinde çalıştım. Daha sonra benim transfer olabilmem için bir dershaneyi soyadımı verdiler. Özel Süper Başaran Dershanesinde metin yazarlığı, zümre başkanlığı, halkla ilişkiler müdürlüğü ve eğitim kadrosunda yer aldım. Bir yandan da soru hazırlıyordum. Neredeyse yılda 3-4 bin soru veriyorduk. Paragraf sorusu hazırladığım için kat kat yoruluyordum. Dolayısıyla bünyem dayanmadı ve sağlık sorunu yaşadım. Bu nedenle öğretmenlik yaşamımı sonlandırdım. İzmir’e öğrenci olan kızımın yanına taşındım. O taşınmayla da İzmirli oldum. 1997’den bugüne değin İzmir’de edebiyat çalışmalarımı devam ettiriyorum. Örgütlü bir biçimde hem Yazarlar Sendikası üyesiyim. Uluslararası Yazarlar Birliği üyesiyim. Uluslararası aktivist sanatçılar birliği üyesiyim. Ben örgütlülüğe çok inanırım. Destek verme amaçlı etkinliklerine katılıyorum. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği,  Atatürk Düşünce Derneği’nin etkinliklerine katkı sağlıyorum. Sosyal anlamda özgürlükçü, Atatürkçü düşünceleri evrensel olan bütün dünya uluslarını eşitleyen, onlara aynı noktadan bakan barışı ve sevgiyi savunan bütün kurumlar benim için çok kıymetliler ve onların davetlerine edebiyat çalışmalarına yanıt veriyorum, etkinliklerine katılıyorum.

 

 

Şiir, öykü, deneme, roman, çocuk kitapları yazıyorsunuz. Neden tek bir dalda değil hepsinde varsınız?

Çeşitlememin nedeni şu; Çocuk kitaplarını ele alacak olursak, dershane döneminde çocukların çok kötü kitaplarla tanıştırıldığını, bunlarda bir sürü yazım kuralı yanlışlığı, anlam bozukluğu, cümle kurgularındaki bozuklukları gördükten sonra özellikle çocuk kitapları yazmaya yöneldim. Yanlış algılar bir kez çocukların beynine yerleşince düzeltmek son derece zor. O noktadan hareketle çocuk yazımına hızla girdim. Torunlarımı düşündüm o zaman. Peş peşe ödül alan, önemli, çocuk kitapları yazdım. Kaliteli çocuk eğitiminin psikolojisini bilen, çocukların ruhuna ve yaşadıkları topluma hitap eden, o çocukları çekip bütün dünyanın atmosferine oturtabilecek yetkinlikte bir edebiyatla tanışmalarını istediğim için çocuk edebiyatına girdim. Ben edebiyata şiir ile başladım. Şiir, çok az sözcükle, anlam katmanları oluşturarak en yoğun biçimde ruhsal düşüncenin, varlığın, fikrin, bilginin aktarılması demek. Dolayısıyla şiir yazan herkes az sözcük kullanma zorunluluğu hisseder. Ustalaşma da bunu gerektirir. Edebiyatın en zor alanı şiirdir. Az sözcükle çok şey anlatacaksınız. Dolayısıyla şiir beni tatmin etmiyordu. 11 şiir kitabım var ama beni tatmin etmiyor. Çok anlatmak istiyorum, her şeyi anlatmak istiyorum. Gördüğüm her şeyi ifadelendirmek istiyorum. Bu sefer kadın öyküleri yazmaya başladım. Türk Kadınlar Güncesiyle, Dudak Uykusu bu öyküleri içeren kitaplarımdır. Bu arada arkadaşlarımın kitapları geliyor, onlarla ilgili düşüncelerimi anlatıyorum. Onların tanıtım etkinliklerinde konuşma yapıyorum. Tüm bunlarla ilgili metinler hazırlıyorum. Bazıları eleştiri yazısı, bazıları kitap tanıtım yazısı. Salonlarda ben anlattıkça o insanların kitapları daha çok değer görüyor. Anladım ki ben doğru yerden bakıyorum kitaplara. Bu kez kitap tanıtım yazıları yazmaya başladım. Onlar beraberinde edebiyat yazılarını getirdi. Dergiler, yazılar istemeye başladı. Denemeler oluştu. 6 cilt denemelerimden 3’ü basıldı. Kitap eleştiri yazılarım kitapların ön bölümlerine girmeye başladı. Cumhuriyetimizin önemli çınarlarından biri Zeki Büyüktanır’ın biyografisini yazdım. Edebiyatın farklı farklı alanlarına açılmış oldum. Kendimi nerede iyi ifade edebiliyorsam o alanda yoluma hiç kimse çıksın istemedim. Bir edebiyat atına bindim istediğim gibi koşturuyorum. Bütün alanlar benim diye düşünüyorum. Bir sınırlanma gerekmiyor.

 

 

“Şiir toplumlarda devrimi başlatır” diye iddialı bir sözünüz var. Bu tümceniz ile ne anlatmak istediniz?

Devrimler şiirlerle yol almıştır. Rus Ekim Devriminin yol açıcısı Aleksandr Puşkin’dir.  1956’da Macaristan ayaklanmasında Sovyet orduları, Parlamentoya girdiklerinde Başbakan İmre Nagy,  Kültür Bakanı Şair Georg  Lukacs’tır. Sovyet generali içeri girdiklerinde, “Silahları bırakın teslim olun” diyor, Georg Lukacs cebindeki kalemini masaya bırakıyor ve ellerini kaldırıyor. Şairin bütün silahı kalemleri ve sözcükleridir. Dolayısıyla devrimleri başlatanlar da şairlerdir. Şili’de Pablo Neruda bu konuda az olaylar yaşamadı. And Dağlarını aşarken ülkesini arkada bıraktığı Şili’nin kurtuluşu için çok büyük bir mücadele içindeydi. İspanyol şair Federico Garcia Lorca boşuna kurşuna dizilmedi. Bizim şairimiz Nazım Hikmet boşuna sürgünlüklerden geçmedi. Devrimi, aydınlığı ve insanlığın geleceğindeki ışığı şairler ellerinde taşırlar, sözcüklerinde taşırlar. O anlamda çok kıymetli görüyorum.

 

 

Nazım Hikmet’in mezarının Türkiye’ye getirilmesine neden karşı çıkıyorsunuz?

Ben Moskova’ya gittiğimde Novodevichy Mezarlığında Nazım Hikmet’in kabrini ziyaret ettim. Nazım Hikmet’i bir granit kütlenin üstüne yürüyen adam konumunda işlemişler. Tam ayağının ucunda eşi Vera Tulyakova’nın mermere oyulmuş mezarı var. 2 sevgili orada beraberler. Türkiye’den gidenler ve ziyaretçileri çiçekler bırakmış, Türkiye’de sanata yaptıklarının bedeli telif hakkı gibi bir espriyle de paralar bırakılmış. Nazım Hikmet orada o kadar çok saygı görüyor ki anlatamam. Nazım Hikmet’in kitapları Rusçaya çevrilmiş, Puşkin Kütüphanesi’nde özel bölümde yer alıyor. Nazım Hikmet orada çiçeklerin içinde. Türkiye’ye dönelim. Can Yücel’in Datça’daki mezarı durmadan saldırıya uğruyor. Durmadan mezar taşını parçalıyorlar. Ahmet Kaya, Yılmaz Güney gibi sanatçılarımızın mezarı Paris’te olmasaydı da Türkiye’de olsaydı mezarları acaba ne halde olacaktı? Devamlı reddeden, devamlı karanlığına sığınan, devamlı aydınlığı tekmeleyen bir ulusun içindeyiz. Biz bunu kabul edelim. Bu nedenle Nazım Hikmet’in Novodevichy mezarlığında çok saygıdeğer bir noktada olduğunu gördüğüm için Türkiye’de de onun yıpratılacağını düşündüğümden, mezarının taşınmasına karşıyım. Görmek isteyenler gitsin görsünler. Çünkü biz Nazım Hikmet’i hak etmedik.

 

 

Edebiyatta en verimli olduğunuz yer İstanbul mu, İzmir mi?

İstanbul’da çok yoğun çalışıyordum. Metin yazarlığı, paragraf soruları, derse girmek gibi işlerden Edebiyata ayıracak az zaman buluyordum.  İzmir benim için çok farklı. İzmir çok aydınlık bir kent,  yazar örgütlülüğü de çok güçlü. Yazarlar arasındaki dayanışma da çok iyi. Farklı farklı belediyeler sürekli etkinlik halindeyiz. Ben her hafta 1-2 etkinlik ve atölye yapıyorum. Her ay önemli bir duyuruyla yüzlerce kişinin katılımıyla uluslararası edebiyat festivalleri düzenleniyor. İzmir’de en olgun, en yoğun dönemlerimi yaşıyorum. Devlet dairelerine ya da özel sektörde çalışmadığım için bütün enerjimi edebiyata kanalize etmenin tadıyla yazıyorum.

 

 

19 Aralık 1978 kitabınız ve Yak, yak ,yak kitabınızda vurgulamak istediğiniz neydi?

“Ben sadece sütümün peşinden gittim” cümlesiyle başlayan 19 Aralıkta başlayıp 26 Aralık 1978’de sabah saat 07.00’de sıkıyönetimin el koymasıyla birlikte durdurulan, sonrasında haftalarca çayırlardan, tarlalardan, boş arazilerden, nehirlerin içinde, kayaların altından ceset toplanma sürecidir. Bir haftanın sonrasındaki olaylar. Mahallenin muhtarıyla, imamıyla, oranın evlerini bilen belediye personeliyle, PTT personeliyle, mollalarla, imamlarla ortak düzen içerisinde, Ülkü Ocakları’nın desteğiyle, MİT’in paydaşlığıyla FBI, CIA’nin Orta Doğu masası şefi Paul Henze’nin desteğiyle kotardıkları bir iç savaş çıkarma çalışmasıdır. Ecevit hükümetini devirmek, 12 Eylül 1980 darbesine yol açmak için örgütlenmiş bir iç savaştır aslında. Sadece Alevileri Cumhuriyet Halk Partisi’ne oy verenleri POL-DER’i, sosyalist örgütleri, bu aydınlık insanlara yönelttikleri örgütlü bir kıyım ve katliamdır. İkinci cilt olan Maraş’ta kan seslerinde, bunun soykırım olduğunu belgeleriyle anlatıyorum. Maraş’tan bir haber geldi ilk kitabım 19 Aralık 1978 Maraş’ta kan sesleri kitabım ikinci cilttir. Orada da bütün basında, medyadaki, Maraş olaylarının yansımasını da ele alarak anlatıyorum. Resmi belgeler, anlatılar, olayı canlı yaşamış olan insanlarla yapılan çalışmaları var. Yak yak yak kitabımda 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta Madımak otelinde aydınlarımız, çocuklarımız yakıldı. Otelin önünde toplanan binlerce insan, ellerinde benzin bidonları otelin perdelerine püskürterek yaktılar. Burada 2 slogan bağırıyorlardı; Yak, yak, yak ve Allahuekber.  Bu nedenle kitabımın adını, Yak yak yak koydum. Bu bir facianın bir vahşetin kitabıdır. O insanlar için şiirler yazdım. 35 can için şiirler yazdım ve olayları anlattım İfade tutanaklarıyla. Hepsi resmi belgedir. Şiirlerim dışındakilerin hepsi resmi belgedir. Hem Maraş olayları, resmi belgelere, mahkeme tutanaklarına, iddianamelere, karakol tutanaklarına dayanıyor, hem Madımak olayları noktasına, virgülüne dokunulmadan yazılan belgelere dayanıyor.  Bu 3 kitap benim için edebiyatın tanığı tanıklığı dediğimde konuşan kitaplardır. Mazlum bir halkın, Alevilerin, solcuların bile isteye yok edildikleri, aydınların, karanlığı delme mücadelesi veren insanımızın katledildikleri, yok edildikleri bir politikanın yansımasıdır.

 

 

“Piyasa prematüre kitaplarla dolu” sözüyle ne kastettiniz?

Yayınevleri kendilerini yaşatmak adına, bir editör ya da bir eleştirmene kitabı okutmadan parayla kitap basmaya başladılar. Özellikle şiir ve öykü kitapları piyasada bir bolluk dönemine girdi. Hem dil açısından çok bozuk, hem cümle kurguları çok bozuk. Yazım kuralları, noktalamalar çok kötü. Düşünceleri ifade edemeyen tümceler yığını gibi görünüyor kitaplar. Bir çocuğun gelişimi 9 ay 10 günde ana rahminde tamamlanır ve doğumun gelişini beyin hesap eder, o sinyali verir ve insan doğum yapar, anne olur. Bu bir süreçtir. Çocuğun organları gelişir. O çocuk doğuma ve yaşama hazır hale geldikten sonra doğa onu doğurtur. Bir elmayı ağaçtan kopardığınızda, tadını, rengini, dokusunu oluşturamamışsa bir kez ısırır sonra atarsınız. Şimdi piyasada insanların kendi paralarıyla bastırdıkları editör görmemiş, eleştirmen görmemiş, yazısı kontrolden geçmemiş yüzlerce, binlerce kitap var. Elbette bunların içerisinde sizi şaşırtan çok olağanüstü önemli kitaplar da olabilir. Bir genelleme yapmak istemesem de, şu anda bir genelleme yapıyorum. Çünkü elime gelen yayınevlerinin gönderdiği, arkadaşların imzalayıp verdikleri kitapların daha ilk sayfasında bir yığın dil hatası, yazım bozukluğu, noktalama bozukluğu görüyorum, bu kitapları kenara koyuyorum ve bunlara ben prematüre kitaplar diyorum. Yani gelişimini tamamlamadan zorla sezaryenle piyasaya atılmış ölü bebekler.

 

 

Genç yeteneklere son olarak ne söylemek istersiniz?

Edebiyat hepimiz insanlaştıran çok değerli bir uğraş alanı, bir aydınlanma alanı. Ne iyi ki aylaklığa dönmemiş yüzünü hayat ve beni edebiyatın içine çivilemiş. Okumayı seven, ama 2 okuma yazma bilmeyen annenin cennetinden sonra beni başka bir cennete, edebiyat, kitap cennetine sokmuş. Babama çok şey borçluyum. Her zaman bana çok büyük bir özgürlük alanı sundu. Bekarlığımda da evliliğimde de olağanüstü bir insandı. Öğretmenlerime çok şey borçluyum. Muhteşem insanlardı. Sanki bütün güzel öğretmenler benim hayatıma girdiler diyebilirim. Daha sonra hayat bana çok büyük acılar yaşattı. Onları şimdi irdelemek istemiyorum ama o acıları şiirlere yansıttıkça ferahladığımı, yüreğimin onarıldığını, bedenimin sağaltıldığını duyumsadım. O nedenle edebiyat benim için bir ilaç, bir doktor olup beni iyileştirdi diyebilirim. Beni annemin bedeninde yaratan tanrı elbet fakat ondan sonrası için beni yaratan, yaşatan edebiyat diye düşünüyorum

 

Exit mobile version