Bugünlerde restorasyon çalışmaları sürerken bir kısmının yıkıldığı söylentileri ile anılan Kız Kulesi, bu haftaki konumuz.
Kız Kulesi’nin, 18.yüzyılda kullanılan yaygın adlarından biri de Kule-i Duhter’dir.
Bu adın yanı sıra, 18. yüzyıl belgelerinde, Kız Kulesi ve “Üsküdar kurbunda vaki kule-i bahir” (Üsküdar yakınındaki denizkulesi) deyişlerine de rastlanmaktadır.
Üsküdar‘ın sembolü hâline gelen kule, Üsküdar’da Bizans devrinden kalan tek eserdir. MÖ 24 yıllarına kadar uzanan tarihî bir geçmişe sahip olan kule, Karadeniz’in Marmara ile birleştiği yerde küçük bir ada üzerinde kurulmuştur. Bazı Avrupalı tarihçiler buraya Leander Kulesi derler. Kule hakkında pek çok rivayet bulunmaktadır. Evliya Çelebi kuleyi şöyle tarif eder:
“ | Deniz içinde karadan bir ok atımı uzak, dört köşe, sanatkârane yapılmış bir yüksek kuledir. Yüksekliği tam 80 (seksen) arşındır. Sath-ı mesehası iki yüz adımdır. İki taraftan kapısı vardır. | „ |
Bugün görülen kulenin temelleri ve alt katın önemli kısımları, II. Mehmed devri yapısıdır. Kulenin etrafındaki sahanlık geniş kaplanmıştır. Üstündeki madalyon hâlindeki bir mermer levhada, kuleye şimdiki şeklini veren Sultan II. Mahmud‘un, hattat Rasim’in kaleminden çıkmış 1832 tarihli bir tuğrası vardır. Kulenin Eminönü tarafı daha genişçe olup burada bir de sarnıç vardır. İlk olarak Yunan döneminde bir mezara ev sahipliği yapan bu ada, Bizans döneminde inşa edilen ek bina ile gümrük istasyonu olarak kullanılmıştır. Osmanlı döneminde ise gösteri platformundan savunma kalesine, sürgün istasyonundan karantina odasına kadar birçok işlev yüklenmiştir. Asli görevi olan ve yüzyıllardan beri varlığı ile insanlara, geceleri ise geçen gemilere göz kırpan feneri ile yol gösterme işlevini hiç kaybetmemiştir. Kız Kulesi 2000 yılında restore edilerek artık çatal ve bıçak seslerinin duyulduğu bir mekân haline dönüştürülmüştür. Kız Kulesi’ne ulaşım, Salacak ve Ortaköy’den sandallarla yapılmaktadır. Çok eski tarihî geçmişi olan Kız Kulesi, bir zamanlar Boğaz’dan geçen gemilerden vergi alınmak maksadı ile kullanılmıştır. Kule ile Avrupa yakası boyunca büyük bir zincir çekilmiş ve gemilerin Anadolu yakası ile Kız Kulesi arasından geçişine (O zamanlar gemi boyutları küçük olduğu için geçebilmekteydi.) izin verilmiştir. Bir süre sonra kule, zinciri taşıyamamış ve Avrupa yakasına doğru yıkılmıştır. Kuleden suyun içine bakıldığında yıkıntıları görülmektedir. Antik Çağ’da arkla (küçük kale) ve damialis (dana yavrusu) adları ile anılan kule, bir ara da “Tour de Leandros” (Leandros’un Kulesi) ismi ile ünlenmiştir. Şimdi ise Kız Kulesi ismi ile bütünleşmiş ve bu ismi ile anılmaktadır.
Kız Kulesi, çeşitli dini ve diplomatik törenlerde top atışı için de kullanıldı. Kimi Sultanlar ise burayı bir seyir mekanı ya da dinlenme alanı olarak kullandılar. Bir hikayeye göre Sultan 1.Abdülhamit, burada rüzgar ve dalga sesleriyle neredeyse sabahlamıştır. 1.Mahmut ise Kız Kulesi’nde, rüşvet aldığı iddia edilen bir Darüssade ağasını idam ettirmiştir.
Kız Kulesi’nin en ilginç görevi, 19.yy’da İstanbul’da yayılan bir veba salgını esnasında hastaların tecridi için kullanılması olmuş.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından hemen önce kule tekrar deniz feneri olarak kullanılmaya başlandı. 1940’larda zemini sağlamlaştırıldı. 1980’lerin başında askeri amaçlı radar istasyonu olarak görev yaptı. Şu anda ise özel bir şirket tarafından seyir mekanı ve restoran olarak işletilmektedir.
Tour de Leandre
17.yüzyılda ise Tour de Leandre ismiyle anılan Kız Kulesi’ne dair edebiyatımızdan alıntılar ile sizi başbaşa bırakıyoruz.
“Şu her gün karşımızda gördüğümüz Boğaziçi’nin güzelliğini müjdeleyen Kız Kulesi var ya, bir zamanlar bu kulede bir kız yaşarmış derler, ona âşık bir delikanlı her gece Galata’dan kuleye yüzer, sevgilisine kavuşurmuş… Bir gece fırtına çıkmış, deniz delikanlıyı alıp götürmüş, ölü gövdesini ertesi sabah kulenin dibine atmış. Bu masal Kızkulesi için anlatılır, oysa, Hero ile Leandros’un efsanesi, aslında Boğaziçi’nde değil, Çanakkale Boğazı’nda geçer. Ama masal bu, sahnesi nerede olursa olsun, bir hayal, bir de hakikat payı taşır. İstanbul limanının süsü, bugün de dimdik ayakta duran sevimli Kız Kulesi bu masalı kendine yakıştırmış ya, doğru veya yanlış, varsın sahibi o olsun bundan böyle.”
Dolmabahçe gerinirken denize karşı, Boğaz vapuru, gözlerini dikmiş Köprü’nün bacaklarına. Acımasızca saplarken çıpasını Ortaköy önlerine benzi solmuş balıkçı tekneleri platonik bir aşkla Kız kulesi’ni seviyordu hâlâ.
…Geliyor Boğaziçi’nden doğru
Bir iskeleden kalkan vapurun sesi,
Mavi sular üstünde yine
Bembeyaz Kızkulesi…
Ziya Osman Saba
…Çocuğunu asma köprüde sallayan
bir annedir İstanbul
ki onun
içi süt dolu
biberonudur Kız Kulesi
soğusun diye suya tutulan
Sunay Akın
“Bir şey içime oturmuş kalmıştı. Yok olmak. Toz olmak istiyordum. Varlığım orada olmamalıydı. Gelip beni alsalardı. Uzaydan ya da bir yerlerden gelselerdi. Sessiz sedasız kaybolsaydım. Yerime Kız Kulesi’ni bıraksalardı. Ne alakaysa?”
Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku, İlhami Algör
Kız kulesi beyaz iken Çirkin ördek palaz iken Keşişleme poyraz iken Umut dinlenir gece yarısı
Of Not Being A Jew, İsmet Özel
KIZ KULESİ
Biricikliğin burcunda bir lamba
Müebbede mahkûm bir kızlık
Hasret duvarına hapsolmuş bir annelik
Yalnızlığın somut bir simgesi
Gibi mi oluşmuş bu sadelik?
Gücünü alıp yasalardan
Cengiz Han’ın çadırından
Çıkıp gelen ta Çin Seddi’nden
Başında mücevher dolu bir sele
On yedisinde bir cariye
Den kalma bir ünlem mi bu kule?
Konuvermiş suların üstüne.
Üsküdar açmış feracesini
Bir başka âlemin operasından bir arya gibi
Kıyılardan yamaçlardan
Avaz avaz fışkıran mor pembe bir bahar var
Bir de çığlık çığlığa savrulan
Bembeyaz martılar!
Bir Ukraynalı iri iri açmış gözlerini
Seyrediyor süzülen bir şilebin güvertesinden Boğaziçi’ni
Kayıyor ard arda köşkler yalılar
Kayıyor Mihrimah, Valide, Şemsipaşa, Ayazma
Odesa limanına kayıtlı bir gemide bir tayfa
Sığınmış ceplerine yoksul elleri
İndiriyor içine bir bir o narin minareleri!
Boğazda tıkanan bir lokma gibi bir anda
Kız Kulesi!
– İmdat!
Ne Ukraynalı tayfa
ne de kimsecikler duyuyor bu sesi
Bir yanıt veren olmadı bu güne kadar
İnliyor Kız Kulesi!
Erdem Bayazıt
Elli yaşında adam, ellisine yakın kadın.. Fıskiyeler, toplar… onlar, benden de çocuk. Seni görememenin sıkıntısı dağılıyor, seviniyorum. Kadın eğilip beni dinliyor. Taksim’den, öteki camilerden, meydanlardan, Boğaziçi’nden, Kızkulesi’nden söz açıyoruz. Sonunda lakırdılarımız bitiyor. Konuşmuyoruz bir zaman. Ben, size bir mısra bulup söylemek istiyorum. Yağmurlu havalardan, dağ yollarından, katırlardan, çıngıraklardan bahseder mısralar yok mu yeryüzünde?
Bu sırada adam, kadınına Kızkulesi’ni, Haydarpaşa’yı, Selimiye Kışlası’nı anlatıyor… Bir ara üçümüz de susuyoruz. Mühim şeyler düşünüyor gibiyiz. Hele ben, neler düşünmüyorum: Kapıdan çıkıyorsunuz. Koşa koşa yanıma geliyorsunuz. Kolunuza bile giriyorum. Tam bu sırada adam:
-Kışın donar mı bu su?
Ne diyeyim ben şimdi? Üzüntüm yine dağılıyor:
-Donar -diyorum, donar da çocuklar üstünde kayarlar.
Kadına dönüyor adam:
-Donarmış; çocuklar üstünde kayarlarmış -diyor.
Ne dersin sevgilim, Beyazıt havuzu kışın donar mı? Murtaza Çavuş’la karısı Hacer Ana’ya ben, donar, dedim.”