KAZANAN DEĞİŞİM İSTEĞİ OLACAK!

 

Yüksek Seçim Kurulu’na “ittifak protokolü” yetiştirme uğruna sergilenen bazı gelişmelerle, taşlar iyice yerine oturdu siyaset alanında. Bir yanda “değişim” isteyenler, diğer yanda ise mevcut durumu her ne pahasına “korumak” isteyenler var. Cumhur İttifakı’na eklemlenen yeni partilerle ortaya konulan irade, doğrusu seçmeni gerçekten irkiltti. Tabii ki, siyasi partiler iktidar olmak için kurulurlar, hedefleri budur. Fakat bu ittifakın yeni bileşenleriyle sergilediği yapı, vatandaşlara ister istemez 1970’li yılların Milliyetçi Cephe iktidarları dönemini çağrıştırdı. Meclis’e birkaç koltukla da olsa girmek, iktidara ortak olup bir bakanlık kapmak, bir miktar parti taraftarını kamuda işe aldırmak, ihale kazanmalarını sağlamak vb. için siyaset yapılması, o yıllarda da çok revaçtaydı. Siyaset, hizmet için yapılan bir gönüllülük değil de, bir paylaşım yolu olmuştu yine.

 

Topluma büyük acılar çektirildi o dönemde

O günleri hatırlayacak kadar yaş almamış olanlara kısaca bir bilgi vermek gerekirse, toplumun bugünlerdeki kadar bölünmesine vesile olunan yılların, iktidar biçimiydi MC hükümetleri. Basitçe “sağcı-solcu” terimleriyle sunuluyordu topluma ayrışmanın temeli. Fakat merkez-sağın, milliyetçi ve dinci eğilimleri olan partilerle oluşturduğu otoriter bir iktidar koalisyonuydu aslında. Mutlak çoğunluk değillerdi, hiçbir zaman da olamadılar. Çünkü karşılarında güçlü bir merkez ve sol muhalefet partileriyle, etkili bir sendikal hareket vardı. MC hükümetleri mutlak iktidar olmaya niyetlenenlerin de gayretiyle, mücadele alanını önce sokaklara, sonra da etnik-dini ayrımlara kadar taşıdı. Sonunda da ordunun müdahalesi sağlandı. Böylece demokrasi oyunu da sona erdirilmiş oldu. Askeri müdahaleyle asıl amaçlanan, 12 Mart’ın yarım bıraktıklarını tamamlamaktı. Ölen, kalan, kaçan, hapse doldurulanlarla topluma çok ciddi acılar çektirildi o dönemde. Fakat asıl tırpan başka alanlara yöneldi. İşçilerin ve tüm çalışan kesimlerin hakları en azından 20 yıl geriye itildi, köylüler “kendine yeterli üretim” modelinden çıkartılıp pazar ekonomisine mecbur kılındı, yıllar boyu mücadelelerle kazanılmış olan toplumsal haklar ise askıya alındı. Tüm muhalifler kazınmaya çalışıldı. Bundan sonra da yeniden bir gelecek kurgusunun yasal düzenlemeleri yapılarak, birilerine “buyurun yönetin” denildi.

Ancak, takip eden dönemler, pek de hazırlanmış olan gelecek kurgularına uyumlu gelişmedi. Vesayet sistemine geri dönüldü ama demokrasiye dair herşey şekilden ibaret hale getirildiği için, istikrarlı iktidarlar görmek nasip olmadı ülkemize. Üstelik bugün yaşadığımız “yönetim” ve “siyaset” modelini yaşama geçiren politikacılarınortaya çıkmasını da, aslında o günlerin uygulamaları hazırladı. Koalisyonların birbirini izlediği o dönemde, çözümü tekçilikte arayan bir anlayış tekrar adım adım topluma tekrar dayatıldı. Fakat tek ve güçlü olma adına o zamanın partileri ve pozisyonları hazırlanır gibi yapılırken, bu şans aslında AK Parti’ye sunuldu. Onlar da seçmenin üçte birinin oyuyla, Meclis’in çoğunluğunu ele geçirme fırsatını yakaladılar. Sonrasında olanları ise hepimiz biliyoruz.

 

Yeni yönetim modeli gelecek sağlamaktan çok uzak…

AK Parti, siyasi ikbalinin sürmesi uğruna, toplumu bir kez daha kamplara bölmekte tereddüt etmedi. Hatta zamanla, askeri dönemde, dini ve milliyeti harmanlayarak oluşturulan “devlet ideolojisini” kılavuz aldılar. Vesayete mesafeli duruşları, kendi mutlak iktidarlarına kadar sürdü. Karşı göründüklerine dönüşmekte gecikmediler. Tekçilik anlayışı, zamanla yeni bir otoriterliği dayatmak ve sadece muhalifleri değil, “öteki” olanlarıntümünü de yok sayma haline geldi. Bu model, tabiatı gereği ülkeyi huzurlu kılmakta başarılı da olamadı. Bugün, işte bu başarısızlığın yarattığı çileleri yaşıyor ve zorunlu olarak da geleceğini yeniden inşa etmeye hazırlanıyor ülkemiz. Çünkü her türlü yöntemleri kullanarak ve sandıkta halkın yarısından bir fazlasının onayını aldığını ilan ederek uygulamaya konulan yeni yönetim modelinin, bir gelecek sağlamaktan çok uzak kaldığını, yolsuzluğu, kayırmayı ve talanı vatandaşlar hayatın her alanında net olarak görüyorlar.

Şimdi artık, vaktiyle MC formülüyle bir araya gelen partileri tercih etmiş olan yurttaşlar bile, bugünkü siyasi konumlarını bu eski görüşlerine göre biçimlendirmiyor. O zaman kendisini milliyetçi, dindar, solcu veya başka bir şekilde tanımlayanların önemli bir çoğunluğu, bugün demokrasiyi savunma noktasındalar. Elbette birbirlerinden çok farklı nedenleri var şimdi de ama ortak paydaları aynı. Zaten o günlerdeki her siyasi parti veya eğilim, bugün üçe beşe bölünmüş, farklı çizgilere geçmiş durumdalar. Temsil ve tercih farklılıkları yaşanıyor, ona göre de pozisyon alınıyor. Geçmişte siyaset sahnesinde temsil imkanı bulamamış olanlar ise, güçlü birliktelikler oluşturarak bu alana girmiş bulunuyorlar. Kolay değil,o günlerden bu yana 40 yıldan fazla bir zaman geçti. Dünya da, ülke de çok değişti. O nedenle, 80 öncesini yaşamış olanların geldikleri nokta, bugün önemli bir değişim dinamiğini oluşturuyor.

 

Gençler dünyanın bizi kıskanmadığını görüyor!

Üstelik şimdilerde 20’li, 30’lu yaşlarını süren gençler de, çok önemli bir başka değişim dinamiği olarak ağırlık kazanmış bulunuyorlar. Onlar haliyle, geçmişe göre kıyaslamalar yaparak değil, çok daha farklı bir pencereden bakıyorlar hayata. Çocuklukları, gençlikleri sadece bir parti ve ona eklemlenenleri görmekle geçti. Askeri vesayetin tasfiyesine de, çok farklı bir darbe girişimine de şahit oldular ama ülkede huzur ve istikrarı pek göremediler. Dünyanın en güzel topraklarından birinde olup da, güzel bir yaşama sahip olunamadığını ve dünyanın bizi hiç de kıskanmadığını çok net görüyorlar. Haliyle de gençler bu noktada, tarihsel değileşzamanlı mekankıyaslamaları yapıyorlar ve çok daha farklı bir yaşamı özlüyorlar. Son yirmi yılın “inşaatla” geçtiğini ama depreme dayanıklı kentlerin nedense bir türlü kurulamadığını görüyor ve fiilen de yaşıyorlar. Yaşamın her alanını dine göre yeniden dizayn etmeye çalışanların pek çok gerekliliğin çözümünü sunmakta ne kadar aciz kaldıklarını da görüyorlar. Bu nedenlerle de daha iyi bir yaşama layık olduklarına, bunu kurmaya da muktedir olduklarına inanıyorlar.

Özetle, hem 1980 ve öncesini yaşayanlar yeni bir karanlıklar ittifakından bu ülkeye bir gelecek olmayacağını biliyor ve demokrasiden yana tercihlerini ortaya koyuyorlar; hem de gözünü bu iktidar döneminde açan gençler yaşamak zorunda kaldıklarını görüyor ve net bir tercih yapıyorlar. Sonuçta, bugün ülkemiz vatandaşlarının önemli bir çoğunluğunu oluşturan bu seçmenler, özellikle de gençler, birbirlerini farklılıklarıyla kabul ederek, ayrı kamplara bölünmeyi reddederek, tekrar bir bütün olmayı amaçlayarak, ortak bir gelecek hayali kurmayı tercih ediyorlar bugün. Önümüzdeki 14 Mayıs seçiminin anlamını da böyle görüyorlar.

 

Otokrasi – demokrasi, dayatma – hoşgörü arasında tercih…

Bu ortaklaşmaya rağmen, AK Parti’nin hala hatırı sayılır bir seçmeni olduğunu da unutmamak gerekiyor. O seçmenlere, ülkedeki toplumsal kabullerin son çeyrek yüzyılda ne kadar değiştiğini iyice anlatmak gerekiyor öncelikle. Laiklik ilkesi hakkıyla yaşandığı zaman, hiç kimsenin diğerinin inancı, başörtüsü, yaşam biçimi üzerinde “devlet adına” zorlayıcı olamayacağını ifade etmek gerekiyor. Hatta özellikle kadın seçmenlere, genişletilen Cumhur İttifakı’nın ne anlama geldiğini çok iyi izah etmek gerekiyor. Kaynağı belli olmadığı halde,çalışanlara ve emeklilere dağıtılmakta olan ve muhtemelen seçime kadar da yenileri dağıtılacak olan ödemelerle, hayatlarının hiç de değişmeyeceğini anlatmak gerekiyor. Gençlerin eğitimleri kadar üretimde yerlerini almalarının da önemini söylemek gerekiyor. Sadece “beşli çete” diye anılan sermaye kesiminden değil de, varlıklarımızı ve doğayı tahrip eden herkesten hesap sormanın gerekliliğini açıklamak gerekiyor. Onların yıllardır din ve inanç nedeniyle yaptıkları sandık tercihlerinin, önce kendilerinin ve sonra da tüm toplumun çok yönlü kayıplarına yol açtığını göstermek gerekiyor. Bundan sonrasında ise seçime ve sandığa sahip olmak yeterli olacaktır. Ülkemizin bu seferki seçimi, büyük bir çoğunluğun dönüp yönetemeyenlere “artık gidin”  demesiyle sonuçlanacak mutlaka. Sadece Cumhurbaşkanı değişmekle kalmayacak, Meclis’in mutlak çoğunluğu da el değiştirecek. Demokratik dönüşümlerin başlamasının yolu açılacak.

Bu bir yol ayrımı ve seçime giren ittifakların yapısı, birleşimi de artık iyice netleşti. Otokrasi ile demokrasi, dayatma ile hoşgörü, karanlık ile aydınlık, kamplara bölünme ile birlikte yaşama arasında bir tercih yapacağız. O nedenle, bugün geldiğimiz noktada, Kılıçdaroğlu’nun bu geçişi en sakin ve dengeli bir şekilde yapacağına güven duymak ne kadar doğalsa; şu veya bu politikacının son dakika kıvraklığı yapmasına, sesini yükselterek çeşitli çağrışımlara yönelmesine veya ısrarla “ben” demesine anlam yüklememek de o kadar normal bir hal alıyor. Ekonomisi karaya oturan ve finansmanı uzun süredir uçurumun kenarında yol alan bir ülke, üstelik bu kadar da büyük bir doğa felaketiyle sarsılmışken; tercihlerimizin belli olmaması mümkün mü artık? Ayrıca birikmiş pek çok sorunun çözümü var daha sırada. O nedenle de herkesin, her kesimin bu seçimden önemli beklentileri var. Kazanan da işte bu değişim isteği olacak. Kazanan hepimiz olacağız.

 

 

 

 

Exit mobile version