KARANFİLLER

Görülen  lüzum   üzerine  1962  yılının  Eylül  ayı  sonlarında Edremit  Tuzcu  Murat Mahallesi’nden   İzmir  Buca’ya  göç  ettik.  1962  yılının  Eylül  ayı  Edremit’te  geçmiş  Eylül  Ayları   gibi   bazen  ıslak  bazen  sıcak  bazen  bulutlu  ve  serin  bazen de hafif  yağmurlu  geçmekteydi.

O  yıl  ilkokullar  10  Eylül de  açılmıştı.  9  Eylül  günü  genelde   ilkokul  öğrencileri  okul  açılma  hazırlığını unutup  sabah 9  Eylül  törenlerine, öğlenden  sonrada  Yeni  ve  Lale  sinemalarını  doldurmuşlardı.

Ortaokul  ve  lise ise  Eylül  sonunda açılacaktı.  Bizim  göç olayı  1962  yılının   Ağustos  ayında belli  olmuştu.  Bu  nedenle  62-63  ders  yılını İzmir de okuma  olayım  kesinleşmişti.  Bu da  içten içe  bir  tedirginlik  yaşamama  neden  olmaktaydı.

9  Eylül  şenliklerinde  bu tedirginlik  nedeni  ile  şenlik  olayının  getirdiği  neşeyi de yaşayamadım.  Ertesi günü  yani 10  Eylül  günü  okulları  açılacak  ilkokul  öğrencilerinin , neşeli  ve kaygısız  tavırları  dikkatimi  çekti.  Daha  doğrusu  onlara  gıpta  etmemi  sağlamıştı.

Tedirginliğimi  hafifletme  ihtiyacından olsa  gerek , 10  Eylül  günü  sabah  saatlerinde  Akçay’a  gittim.

O tarihlerde Akçay,  Edremit’in varlıklı  ailelerinin  tatil  beldesi idi.  Akçay  plajının  yanındaki  sahilde  bu varlıklı  ailelerinin çocukları  kıyıya   yakın  bir  sandal  için de  “ Dünyanın  neresinde yaşamak istediklerini “  yüksek  sesle  konuşmaktaydılar.  O  varlıklı  ailelerin    çocuklarının  bu yaklaşımları, gelecek endişesi  olmayan  kaygısız  tavırları  tedirginliğimin  üstüne  birde  öfke  ilave  etti.  Ruh  halimi  daha  da karmaşık hale getirdi .

Eylül  ayının  sonun da yukarıda da belirtiğim gibi,  bir cumartesi  günü   İzmir’ e göç  ettik,  eşyalar  ertesi  günü  geldi . Bindiğimiz  otobüs  Gömeç’ te  bozuldu.  O yıllarda  genelde  şehirlerarası   otobüslerin  bozulması  sıradan  bir  olaydı.  Otobüsün bozulmasını yolcular  dert  etmedi.  Dert etmemekte de haklı çıktı  otobüs  1 saatlik tamirden sonra  düzeldi.  Motor  çalıştı , kahvelerin  önünde  oturan  erkek  yolcular  gelip  otobüse  bindiler  kadın  yolcu yok gibiydi.  İki  üç  kadın yolcu vardı.  Onlarda  otobüsten  ayrılmamıştı.

Otobüsümüz  akşam  karanlığında  Basmane  garajına  girdi.  Garajdan  Buca minibüslerine  binerek  Buca’ya ulaştık.

Evde daha önce küçük bir hazırlık yapılmıştı. Elektrik  ve su açıktı.  Üç tane  tahta seki  vardı ve üzerlerine de pamuk  yataklar  serilmişti.  Ertesi gün, gün  ağarırken uyandık .  Gece hafif bir  yağmur  sokakları  ıslatmıştı.

Taşındığımız  ev ,  Zambak  sokakta  eski bir Rum  eviydi.  Kapıdan  hemen bir hole giriliyordu.  Bir odası  sokağa bakıyor  bir odası da  içerideydi ve bir zahire ambarına benziyordu.  Zahire ambarının devamı niteliğinde bir mutfak ve yine  ambarın  devamı  niteliğinde  pek  ne olduğu  anlaşılamayan  bir küçük  oda ve tuvalet yer almaktaydı.  Takriben 20 metrekarelik bir arka bahçe bahçede iki küçük erik  ağacı , çiçeksiz  ama topraklı ,  yükseklikleri 10-15 cm civarında olan küçük boy saksılar yer almaktaydı.  Bu soğuk ve sevimsiz küçük bahçenin tam  ortasında  çapı 1 metre kadar koruyucu duvarı  takriben  yerden  1 metre kadar yüksekliği olan bir kuyu  bulunmaktaydı .  Kuyunun üstü iki büyük yassı  taşla kapatılmıştı. Kuyu  ; kapanık , sevimsiz, soğuk  bahçeyi  daha da kapanık  soğuk ve sevimsiz  hale getirmekteydi .

Evin  ön tarafındaki oda  yani  Zambak sokağa bakan odanın  tavanı ve tabanı  diğer odalar  gibi ahşaptı.  Bu  odanın iki penceresi ile yazlık  sinema duvarının  arasın da  yaklaşık beş altı metre  kadar bir  mesafe vardı.  Bu  ön odamızda  aydınlık bir ambar görünümündeydi.  Sokak  kapısı ,  Rum  yapımı  işlemeli  demirli  iki kanatlı ve gri renge boyanmış,  eve göre  çok   daha  sevimli  bir kapıydı.

Buca’ya taşınmamızın  ertesi  günü  Buca pazarına  çıktık.  Buca  pazarı  keçi kasaplarının  önünde kurulmuştu.

Buca da  ara  yollar  tamamen topraktı.  Sadece meydandan  istasyona inen  dar  kaldırımlı  ve de dar olan ana caddeye  taş döşenmişti.  1 Ekim pazartesigünü  BucaOrtaokulu 3F sınıfına  kayıt oldum ve dersler  başladı. Buca Ortaokulu  çeşitli binalardan oluşan , geniş bir bahçe içinde, bahçede çeşitli heykellerin yer aldığı eki bir okuldu .  Ana kapıdan girildiğinde birkaç metre ileride bir süs havuzu,  havuzun üstünde  ayakta bir kadın heykeli  gelenleri  karşılıyordu.  Bahçenin arka bölümünün  ön tarafında  “ Düşünen  Adam”  heykeli  bulunmaktaydı.  Heykel normal insan boyutlarının biraz  üstünde boyutlara sahipti ve madeni idi.  Madeni bir kaidenin üzerinde oturuyordu.

Zaman geçtikçe Buca’yı tanımaya başladım.  Buca  meydanı, Bağdat pastanesi,  Sanatoryum, Buca girişinden istasyona giren dar cadde, yanık kahveler, istasyon  ama özellikle  keçi kasaplarından dokuz çeşmelere giden  tenha toprak yol.

Buca da iki  grup insan yaşamaktaydı :  birinci grubu Levantenler oluşturuyordu. Levantenler köşklerine çekilmiş,  kendilerini çevreden izole ederek yaşantılarını sürdürmekteydiler. İkinci grup ise  küçük  memurlar, esnaf ve işçilerden meydana gelmekteydi.  O yıllarda  emekliler günümüzde olduğu gibi  sayıca  kabarık değildiler. Esnafta elden ayaktan düşünceye kadar çalışmaya devam ediyordu. Buca siyasi yönden de çok sönüktü. Siyasi faaliyetler yok denecek kadar azdı .

Bir büyük yazarımız bir eserinde şöyle diyor : “ Günler orakla kesilmiş buğday sapları gibi üst üste yığılmaktaydı.”  Bizimde Buca yaşamımız üç aşağı beş yukarı böyle sürmekteydi.

Buca günlerinin sıradanlığını bozan faaliyetimiz üç dört haftada bir Buca dan  13.03  treniyle Alsancak stadında İzmir takımları ile maç yapmaya gelen üç büyük takımın maçlarına gitmekti.  O yıllarda İzmir, birinci ligde Altay, Göztepe, Karşıyaka, Altınordu  ile temsil ediliyordu. Bu dört takımdan oldukça güçlüydü ve İzmir’e deplasmana gelen Fenerbahçe, Galatasaray  ve  Beşiktaş’a  kök söktürmekteydi.  Bazı Pazar günleri  13.03 treniyle Alsancak istasyonuna gider oradan da çok yakın olan Alsancak stadına da yürürdük.  Akşamüstü maç bitince de 16.30 treniyle Buca ya dönerdik.

Pazar günlerinin bir diğer değişik olayı da  yukarıda belirttiğim keçi kasapları ile dokuz çeşmeleri bağlayan toprak yolda sabah  saatlerinde , keçi kasaplarına yakın gazeteciler aldığım Milliyet Gazetesini açarak iç sayfalarda yayınlanan “ Kırmızı Gül “ isimli tarihi romanı okuyarak yürümemdi. Toprak yolda gazeteyi açar, tek başıma yolun ortasında Zambak sokak kavşağına kadar okuyarak yürürdü.

1963 yılının Ocak ayında  Tabiat Bilgisi öğretmenimiz bir ödev verdi:  “ Her öğrenci iki saksı çiçek ve bir fidan yetiştirecekti”.  Yan komşunun yardımı ile takriben bir metre boyunda bir kavak dalı buldum  bahçenin bir köşesine diktim. Yine komşumuzun yardımı ile iki kök karanfili ayrı ayrı iki saksıya diktim. Şubat ayında İzmir ve Buca ısınmaya başladı.   Şubat ortasında kavak dalı yapraklandı. Karanfiller filiz sürdüler Marta kavak dalının yaprakları belirginleşti. Karanfillerde serpildiler. Nisan başında öğretmenimiz karanfilleri ve kavak dalını görmeye geldi.  Çok beğendi ve çok sevindi “ Baharın sıcak günleri başlayınca da kavak fidanına ,  artık kavak dalı kavak fidanı olmuştu karanfillere su vermeye başladım pembe karanfiller göründü arkadan yenileri açtı  her iki saksıda çok hoş bir görüntüye büründü.

Haziran sonunda bütünlemeye kalmadan Buca ortaokulludan mezun oldum .  Sosyal ve ekonomik şartlar geldiğimiz yere Edremit’e Tuzcu Murat Mahallesine dönmemizi gerektirdi.

Eşyayı götürecek kamyon Buca ya gelemedi .Zaten  birkaç parça olan eşyalarımızı kamyonun yanına Basmane ye bir kamyonetle götürdük  o sabah kavak fidanına ve karanfillere bol bol su verdim ama karanfil saksılarını gelen kamyonete götürmeyi  akıl edemedim. Saat 11.00 doğru sıcak bir öğle vakti kavak fidanıma ve karanfillerime veda ettim. O günden bu güne  kadar ne zaman tek bir kavak fidanı görsem ve ne zaman susuz kalmış karanfiller görsem  Buca da bıraktığım kavak fidanımı ve karanfillerimi hatırlıyorum.

Geçenlerde Taksim de bir çiçekçide susuz kalmış pembe karanfiller gördüm. Buca da bıraktığım karanfillerimi hatırladım.

 

AĞUSTOS 2020 /AKÇAY

 

 

Exit mobile version