Gündem yaratmak

Normalleşmeden erken seçime, Öcalan'a çağrıdan TUSAŞ saldırısına, CHP'li belediyelere kayyum operasyonlarından ABD seçimlerine... Turmp'tan Ortadoğu'ya...

kubilay-s-öztürk-gündem-yaratmak

 

 Dünyada da, ülkemizde de gündem çok hızlı değişiyor. İçeride nelerin olduğu, kimin ne söylediği hususu, epeyce açık asında. Yaratılmaya çalışılan rota da belli. Fakat bunları, ancak dışarıdaki gündemle ilişkilendirince anlamlı bir tespit yapılabiliyor.  

Mayıs 2023’de Cumhur İttifakı’na onay vermek zorunda kalan seçmenin, en temel sorunlarında hiçbir iyileşme görmeyince, Mart 2024’de iktidara bir ders vermesi çok önemliydi. “Hizmet bile alamazsınız” diyerek yapılan uyarıya rağmen yerel yönetimde ağırlık muhalefete geçti. Ülkede bambaşka bir hava esti böylece, vatandaşlar uzun zamandır ilk kez umutlandı. İktidarda ise şok etkisi yarattı bu sonuç ama kısa sürede toparlandılar. Zira ana muhalefet “erken seçim stratejisi” izlemeyeceğini ilan etti ve “normalleşme” istedi. Amacı belliydi aslında. Yerelde başarılı olup ülke yönetimine talip olmak istiyordu. Belediyelerin temin ettiği dış kredilerdeki kefalet, birikmiş kamu borçları ve devlet olanaklarının kullandırılmaması sebepti normalleşme teklifinde.

Muhalefetin bu yaklaşımını “yumuşama” olarak niteledi iktidar ve yeni bir oyun planı kurmak için fırsat gördü. Beş yıllık süresinin sonlarına doğru, ekonomiyi de biraz toparlayıp erken seçimi gündeme almayı hesapladı. O aşamada Meclis’ten gereken desteğin gelmesi durumunda, Erdoğan yeniden seçime girme fırsatı da yakalıyordu.

 

Ekonomide izlenen yol, halka daha fazla kemer sıktıracağı için zamana da oynamak zorundaydılar. Bir diğer alternatif olan Anayasa değişikliği ise, hem yeniden adaylık ve hem de daha otoriter bir yönetim kurma şansı sunuyordu. Yeni Anayasa konusu da bu nedenlerle gündeme geldi.

Öyle ya, genel seçim sonrası Millet İttifakı dağılmış, çok parçalı bir Meclis yapısı oluşmuştu. Muhalefetin daha fazla bölünmesi için, her yolu izleneceğini kısa zamanda gösterdi iktidar.

Zaten Erdoğan’ın siyaset anlayışını, genel bir stratejinin güne dair taktikleri olarak değerlendirmek asla mümkün olmadı. Hem dış ve hem de iç siyasetinde tek öncelik daima “iktidarda kalabilme” hedefiydi. Bu çerçevede, normalleşmenin sürmeyeceğine dair ilk işaretleri de, CHP liderinin Demirtaş’ı ziyaret etmesinden sonra ortaya koydu. “Sen ona gittin ama biz başka bir yoldan sonuç alırız” denildi adeta. Meclis çoğunluğu sağlamada DEM Parti’yi safına alabilmek amacıyla, hemen ertesi gün yeni bir oyun planına girişildi. 1 Ekim’de Meclis açılınca, Bahçeli beklenmedik bir şekilde DEM Parti’yle tokalaştı, algı yarattı.

 

22 Ekim’deyse Öcalan’ı Meclis’e davet edip, PKK’yı lağvettiğini söylemesini önerdi. DEM Parti çağrıyı temkinli karşılamakla beraber, değerlendirmeye aldı. Kamuoyu şaşkınlıkla bu gelişmeleri izlerken, sanki önceden düğmesine basılmış gibi terör de ortaya çıktı ve senaryoya dahil oldu. 23 Ekim’de Ankara’da TUSAŞ’a silahlı ve bombalı bir saldırı yapıldı. 28 Ekim’de ise Irak ve Suriye’de PKK’ya yönelik hava harekatı düzenlendi. Bu durumda, Öcalan’ın muhatap olarak tek kaldığı izlenimi doğdu. Hatta uzunca bir süreden sonra ziyarete imkan verildi. Fakat sonuçta, üçüncü bir tarafın garantörlüğünü de talep ettiği anlaşılınca, Bahçeli’nin çağrısının imkansızlığı iyice belli oldu. Yine de “olmayacağa çağrı yoluyla” hava iyice dumanlanmıştı. Her ne kadar 29 Ekim’de Bahçeli “ülkemizde bir Kürt sorunu yoktur” diye bir çıkış yapsa da, “o mu inisiyatif kullandı, yoksa anlaşarak mı yaptılar?” tartışmaları hala sürüyor, iç kamuoyuna açıklamalar da her gün tazeleniyor.

 

DEM Partiyi karıştırma, hiç olmazsa bir kısım milletvekillerini Anayasa değişikliği için iktidarın yanına çekme taktiği başarılı olamadı. Bu kez taktik değişti, CHP’ye yönelik bir diğer senaryo devreye girdi. 30 Ekim’de CHP’li Esenyurt belediye başkanı “terör örgütüne üyelik ve destek” iddiasıyla tutuklandı, yerine kayyum atandı.

Bundaki amaç CHP ile DEM Parti arasında bir bağ olduğunu vurgulamak, meşru olmayan bir işbirliği içinde göstermek idi. Böylece CHP’yi ötekileştirmek ve hatta bölünmesini sağlamak hedefleniyordu. Algıyı pekiştirmek amacıyla, 4 Kasım’da DEM Parti’nin Mardin Büyükşehir, Batman ve Halfeti belediyelerine de kayyım atandı.

Bahçeli’nin çıkışına Erdoğan’ın gecikerek de olsa “tam destek” verdiğini açıklaması bile, iktidarı amacına ulaştıramadı yine. Çünkü çok büyük tepki topladı kayyum ve suçlama taktiği. Fakat iç siyasette kartların yeniden karılmasıyla Anayasa ve adaylık konularında iktidarın yeni fırsatlar yaratma beklentisi hala geçerli gibi duruyor.

Üstelik bu arada vatandaşın kriz, geçim, pahalılık ve enflasyon yerine, bu gelişmelere dikkat kesilmesi de sağlanmış oldu. Bu gündem eskiyince, bu sefer konserler konusuyla yeni bir saldırı başlatıldı belediyelere. Muhalefetin “ama siz daha çok ödediniz” itirazları da bir süredir oyalıyor gündemi. Yarın için, bir yandan yeni kayyum atamaları yoklaması da yapılıyor. Bu arada, koyunları çobanın etrafında toplayacağı düşünülerek ortaya salınmış olan “İsrail tehdidi” iddiası da gündemden çıkıverdi enteresan bir şekilde.

 

Lübnan’dan sonra Türkiye’ye yöneleceği söylenen İsrail’i nasıl unuttuk peki? Çünkü ABD seçimleri sonuçlandı ve Trump kazandı. İktidar bunu, Ortadoğu’da kartların yeniden karılması, yeni imkanların ortaya çıkması şeklinde değerlendiriyor. Ticareti zaten hiç kesilmemiş olan siyasetimizin ağzı, bu nedenle hemen değişti. Anlaşılan o ki, zaten Trump’ın kazanacağı varsayımı üzerine kurulan bir senaryo,  Bahçeli’nin o ani çıkışıyla çoktan devreye alınmış ve iktidar önümüzdeki dönem ABD’nin Ortadoğu projelerine bağlanmayı hedeflemişti. ABD’nin Suriye’den çekilmesi üzerinden ortaya çıkacak yeni koşullarda, PYD o coğrafyada etkisiz de kılınırsa bir zafer ilanı yapılması ve iktidarın yeniden garantilenmesi amaçlanmıştı. “Yaparsa Erdoğan yapar” söylemi doğrulatılacak, dış politika gelişmeleriyle iç siyaset yönlendirilecekti. Ancak bu senaryonun işleyebilmesi için pek çok faktörün bir araya gelmesi, birçok benzemez aktörün ortak davranması gerekiyordu. ABD, İran, Rusya, Suriye ve hatta Öcalan varsa bu senaryonun içinde, milyon tane de olasılık çıkar haliyle. Gazze’den sonra Lübnan’da da sıkışan İsrail’in beklentileri ise cabası olur bu kaosun.

 

Zaten Trump’ın nasıl davranacağına dair ipuçları da ortaya çıkmaya başladı. ABD’nin önceki Demokrat iktidarı “Filistin’de savaşa son, Ukrayna’da mümkün olduğunca devam” diyordu. Cumhuriyetçi yeni iktidar ise “Tek Filistinli kalmayana kadar savaşa devam, Ukrayna’dakine hemen son” diyecek şimdi.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da 15 Kasım’da yeni dönem ABD dış politikasına dair benzer bir yorum yaptı: “İsrail yanlısı bir durum sürpriz değil… Savaş meselesini sadece Ukrayna’da aklına getirip Filistin meselesinde unutursa ciddi zararları olur” dedi. Son bir yıldır iyice sıkışan ama zamana oynama stratejisini de başarıyla yürüten Netanyahu, ABD seçiminin yapıldığı gün Savunma Bakanı Galant’ı başından attı, daha ırkçı birini atadı yerine. Trump’ın Orta Doğu Özel Temsilciliği için yakın dostu ve Yahudi asıllı bir milyarderi seçmesi de, İsrail’i iyice rahatlattı.

Yani Trump yönetiminin İsrail’e desteği çok net. Fakat Suriye politikası pek de öyle değil. Orada çok belirsizlik var. Önceki döneminde Suriye’nin kuzeyine yönelik Türkiye operasyonlarına yeşil ışık yakmasını hatırlayıp da beklenti içine girenler yanılabilir. Suriye’den ABD askeri varlığının çekileceğine dair bazı görüşlere rağmen, Trump’ın oradaki yeni dönem politikası, bölge bütünündeki tüm güçlerle ilişkilerine göre şekillenecektir. 2 Kasım’daki demecinde Milli Savunma Bakanı Y. Güler’in “Trump’ın bu dönemde Suriye’den, bölgeden Amerikan askerlerini çekebileceğini değerlendiriyorum” sözü ise temenniden öteye gitmeyebilir. Zaten bu dönemde ABD askerinin Suriye’den çekilmesini İsrail asla istemez. Onun işine gelen bölünmüş bir Suriye’dir.

 

 Özetle, olası gelişmeleri “Trump Suriye’den mutlaka askerini çekecek, Türkiye bu boşluğu dolduracak, Esat ile anlaşılacak ve PYD birlikte ezilecek, içerideki Kürtler de hemen barışa koşacak” diye dümdüz bir hat olarak değerlendirmek mümkün değil. Aksine hem içeride hem de dışarıda, politika ve diplomasinin yolu o kadar karmaşık ki. Mesela ABD, Filistin’in tamamına İsrail’in hakim olmasına yol verebilse bile, acaba o dengeyi korumayı Türkiye’yle mi sağlamayı tercih eder? Ortadoğu’daki dengede Kürt unsuruna yer vermez mi? Lübnan’ı ve Suriye’yi de İsrail’e açmaya kalkıp, İran ve Rusya’yla, hatta Çin’le kapışmayı göze alabilir mi? Bütün bunlar çok önemli, burada yürünecek tek yol yok. Sadece ABD için değil, her ülke için de böyle. Üstelik bir “dünya jandarması” parmağını sallayınca herkesin hizaya girmesi de söz konusu değil. Böyle bir yapı yok artık günümüz dünyasında.

 

Demek ki, dışarıda kartlar yeniden karılacak diye pür dikkat kesilenlerin, içeride de aynı doğrultuda ilerleyip iktidarlarının devamını sağlaması zor. Sonuç garantisi de yok üstelik. Dolayısıyla iktidarın, seçimle göreve gelmiş belediye başkanlarını iş yapamaz hale getirme planı, otoriterliği yükseltme hevesini de sağlama alamaz. Tabii ki dünyada siyasi ve askeri yeni şekillenmeler olacaktır ve Türkiye’nin de bu durumda kendisine pozisyon belirlemesi, hatta fırsat araması da gayet normal. Fakat bu yeni dönem, sadece Anayasa değiştirmek ve Erdoğan’a yeniden adaylık şansı vermek için de gündeme alınmamalı. Bu hiç rasyonel değil. Aksine bize gereken demokrasi, barış ve normalleşme olmalı. O nedenle, Bahçeli’nin çıkışıyla başlatılan süreç elbette ciddiye alınmalı ama siyaseten o zemine takılmanın hiçbir anlamı yok. Muhalefetin tamamı, daha geniş açıdan dünyaya bakan ama içerideki gerçekleri de unutmayan bir siyaset yolu izlenmeli ve hemen çıkmalı bu kaygan zeminden.

Exit mobile version