
Maliye Bakanı ile Adalet Bakanı yirmi gün kadar önce sermaye örgütlerini (TÜSİAD, MÜSİAD, TOBB) ziyaret ettiler. Ziyaretlerin amacı; “Türk Ekonomisinin canlandırılması için ne gibi önlemlerin alınabileceği noktasında görüş alış verişinde bulunmak”. Açıkçası, özel sektörün yeni yatırımlar yapması, yapabilmesi için devletten, ekonomi yönetiminden bekledikleri “kolaylıkları ve teşvikleri” öğrenmek…Bunun anlamı; “ekonomiyi özel sektörün insafına terk etmek”tir.
Yatırım yapmaları istenenlerin ilk söylediklerinin;“yatırım ikliminin iyileştirilmesi, bunun için gerekli yapısal reformlarla birliktemali, ekonomik yasal ve idari düzenlemelerin bir an evvel yapılması …” olduğunu tahmin etmek zor değil. Yıllardır aynı kısır döngü. Özel sektör yatırımlarının teşviki için uygun finansman imkânlarının, kamu kaynaklarının sağlanması, yatırımların kârlılığını en üst düzeyde gerçekleştirebilmek, işletme maliyetlerinin (ücretler, enerji giderleri, vergi avantajları, muafiyetleri vb.) düşürülmesi için gerekli yasal ve idari düzenlemelerin yapılması. Türk Ekonomisinin kurtuluş reçetesi hep aynı. Tek taraflı talepler, tek taraflı ödünler…
Bakanlar bu talep ve dayatmaları not edip gerekli yasal düzenlemelerin yapılacağı sözünü verdikten sonra çalışmalara başlayacaklar, “yes minister” tembihli bürokratların hazırlayacakları yasa taslakları formalite gereği TBMM’de ilgili komisyonlarda ve genel kurulda –muhalefetin her türlü değişiklik önerileri baştan reddedilerek–“talimatlı” vekillerin verecekleri evet oyları ile kabul edilecek, Cumhurbaşkanı tarafından onaylanarak yürürlüğe girecek. Bunun adı parmak sayısı ile tecelli eden “milli irade” değilse nedir? Tasarılara karşı görüşler “gayri milli irade” mi oluyor? Sonuçta yapısal reformlar gerçekleştirilmiş, beklenen “yatırım iklimi” yaratılmış olacak!
Öte yandan muhalefet, dürüst bilim adamı iktisatçılar, işçi kuruluşlarından hiç birisi Bakanların ziyaretlerinin ve yapılacak “reformların”serbest piyasa ekonomisi(SPE) kurallarına göre yönetilen ekonominin sadece arz ayağına odaklandığını, bunun yanlış en azından eksik olduğunu söylemedi!
Oysaekonomide makro ölçekte ileriye dönük sağlıklı kararlar alınabilmesi için, mevcut üretim kapasitesinin (arz)tam kullanılabilmesi,bunun için de efektif (toplam) talebin yeterli seviyede olması gerekir. Bu da, tüketicilerin üzerlerindeki vergi yükünden* sonra kendilerine kalan “harcanabilir gelir” seviyesine bağlıdır. Bu nedenle öncelikle yapılması gereken ekonomide gelir dağılımı (bölüşüm) eşitsizliğini azaltan, vergi yükünü düşüren ekonomi ve maliye politikalarının uygulanmasıdır.Türkiye’de ekonomiyi yönetenler işin bu yanı ile ilgilenmezler. Bölüşümdeki eşitsizlik sorunu sadaka ekonomisini devreye sokularak çözülmez. Önemli olan bireylerin kapılarına bırakılan kömürü, makarnayı… kendi kazançları ile satın alarak temin edebilmeleridir. Gelir dağılımındaki çarpıklık düzeltilmeden yedi sekiz yılda bir yaşanan dönemsel ekonomik krizler önlenemez, kronik hale gelir, geldi de.
Gelir dağılımını dikkate almadan ekonomi yönetme anlayışı,Kemal Derviş Ekonomi Modeli(KDEM)’dir. KDEM, ekonominin hayatiyetini, büyümesini SPE kuralları çerçevesinde faaliyet gösteren özel sektörün azami kârlılık diğer deyişle “azami sömürü”emeline teslim eden anlayıştır. Bu anlayışın olmazsa olmazı, ekonomide kamu sektörünün bertaraf edilmesidir.
Yetmez… Dönemsel krizden çıkabilmek adına özel sektörün öngördüğü“yapısal reformların”, devlet desteklerinin, teşviklerinin,kamu kaynaklarının özel sektör emrine verilmesini, işletme kârlılığının büyümesini sağlayacak -çalışma hayatına ilişkin- yasal ve idari düzenlemeler de gerekir!Bunlarla birlikte gündeme getirilen“kemer sıkma” afyonu! sayesinde toplum çaresizliğe, kaderciliğe terk edilmiş olur.Bu anlayışın sebep olduğu olumsuzluklar;
- ekonominin motoru orta sınıfın satın alma gücünün gerilemesi, büyüyen banka borçları
- kaynakları özel sektöre kullandırılan, yoksullaşan devletin vatandaşlarına karşı sosyal devlet yükümlülüklerinin bile özel sektöre (bireysel emeklilik) terk edilereközel finans kurumlarına potansiyeli ve kârlılığı çok büyük alanların açılması,(kamu sömürüsü)*
- yaptıkları üretimle büyük sermayeye ara malı temin eden orta ve küçük işletmelerin mali güçlerinin zayıflaması dolayısıylabüyük sermayenin dayattığıağır ticari koşullara teslim olması, (KOBİ sömürüsü)*
- işsizlik ve yaygın yoksulluk,
- enflâsyonun altında tutulan ücret artışları sonucu reel ücretlerde azalma, (emek sömürüsü)**
- üretim kapasitesinin tam kullanılamamasından dolayı artan birim ve toplamüretim maliyetleri, yüksek maliyetler nedeniyle satılamayan, büyüyen stoklar sonucuortaya çıkan “durgunluk içinde enflâsyon” (stagflâsyon) tablosu,
Türk ekonomisinde durgunluk; toplumun marjinal ve toplam tüketim meylindeki düşüklükten değil, satın alma gücündeki yetersizlikten, enflâsyon da; düşük kapasite kullanımından ve dışa bağımlı girdi fiyatlarındaki artıştan kaynaklanmaktadır. Özetle; Türkiye’de yaşananenflâsyon “maliyet enflâsyonu”dur. Talep enflâsyonu olsa mevcut ekonomik yapıda enflâsyon yüzde ellinin altında olmaz.
***
Ekonomiyi canlandırmak gerekçesiyle özel sektöre verilen kamu destekleri, teşvikleri… sonucu kamu kaynakları tükenirken ulusal (kamu ve özel birlikte) servetin dağılımı giderek kamunun aleyhine bozulur. Kamu,toplumun orta ve alt gelir tabakalarına vermesi gereken ekonomik desteği veremez duruma düşer. Covid 19 salgınında Türkiye’de bu teslimiyet yaşanmıştır, yaşanmaktadır. Yoksul toplumun devleti de yoksul olur!
Özel sektör için kriz değil, ulusal gelirden, servetten aldığı, alacağı pay önemlidir. Çalışan sınıfın ulusal gelirden aldığı payın düşüklüğünün, yetersizliğinin ekonomide yaratacağı olumsuzlukları bilirler ama önemsemezler. Zirakamudan alacakları finansal ve mali desteklerle, ödünlerle krizi fırsata çevirebileceklerini düşünürler. Yapacakları yatırımların finansmanını öz kaynaklarından değil, kamu destekli/garantili düşük maliyetli kredilerle sağlamayı tercih ederler. Düşük ücret, yatırımlarının kısa dönem kârlılığını arttıracağı ve geri dönüş süresini kısaltacağı için ücret görüşmelerinde katı olurlar, çalışanların ücretlerinin kamu kaynakları üzerinden iyileştirilmesini isterler.
Asgari ücretin belirlenmesi için yapılan görüşmelerin “pazarlık” olarak tanımlanması çirkindir. Bu görüşmelerde çalışan kesimin büyük dezavantajı, emek piyasasındaki arz talep dengesizliği sonucu var olan yüksek işsizliktir. Türkiye’de nüfus planlaması gecikmeksizin devlet politikası olarak öne çıkarılmalıdır. Yetmişli yıllarda Devlet Planlama Teşkilatı’nın hazırladığı beşer yıllık planlarda bu ihtiyaç bilimsel sosyal ve ekonomik gerekçelerle ortaya konulmuş ve uygulanmıştı. Zamanla önce “bize plan değil pilav lâzım” anlayışı ile DPT küçümsendi, ardından “en az üç çocuk” tavsiyesiyle de nüfus artışısorun olmaktan çıkarıldı!
*Kişinin,vergi konusu tüm gelir/gelirleri ile tüm harcamaları üzerinden ödediği vergiler toplamının toplam gelirine oranı.
** “Emek sömürüsü”(exploitation of labor) ve “sömürü oranı”(expolitation rate) kavramları ekonomi literatürüne Karl Marx’ın Das Kapital’i ile girmiştir. Marx’ın kitabını yazdığı dönemde “kamu sömürüsü”, “KOBİ sömürüsü”olgularının konuşulduğunu sanmam.Ancak bunların günümüz Türkiye’sinin önemli sorunları olduğunu, konuşulması gerektiğini düşünüyorum.