GELECEĞE BAKMAK

service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

ÜZERİNDE yaşadığımız gezegenin, ne yazık ki oldukça önemli sorunları var. Bunları, ortak kabul görecek bir şekilde ve önemlerine göre sıralamak ise oldukça zor. Çünkü bireylerin ve ülkelerin öncelikleri, birbirinden çok faklı. Hayata bakış açısı, yaşanılan coğrafya, yaş, dini inanç veya etnik aidiyet, çıkarlar gibi pek çok faktör devreye giriyor bu noktada. Haliyle “hangisi daha önemli?” sorusunun yanıtını da etkiliyor. O nedenle ben bir sıralama yapmaya odaklanmadan, yaşanan sorunların bir kısmına değinmek istiyorum. Yaşamın tüm alanlarını ve gezegenin bütününü dikkate almaya çalışarak, önce  dünyaya, sonra da ülkemize ve kentimize bu çerçevede bakıp, birbirleriyle nasıl ilişkili olduklarını da ifade edeceğim.

BEKLENEN SOMUT ADIMLAR ATILMIYOR!

Küresel ısınma olgusu bu önemli sorunlardan birisi. “Ne zaman başladı?” derseniz, bilim insanları 19. yüzyılın ilk çeyreğini işaret ediyorlar. Malum, o günlerde belirleyici hale gelen kapitalist üretim tarzıyla ve buhar gücüyle çalışan makinelerle başlayan büyük ölçekli modern toplu üretim sayesinde, kirlilik sorunu da başlıyor. Sonradan kullanıma giren fosil yakıtlarla daha da hızlanıyor. Ancak atmosfere yoğun karbon salımının zamanla bir iklim değişikliği ile sonuçlanacağı konusunda duyulan kaygılar ise, ancak 20. yüzyılda görülüyor. Önce bir avuç bilim insanı ve çevre grupları dile getiriyor bunu. 1960’lı yıllarından itibaren bu tehdide dikkat çekmeye çalışıyorlar. Fakat onların işaret ettiği tüm hususların zamanla gerçeğe dönüşmesi ve durumun basit bir gelecek kaygısı değil de, fiilen yaşanan bir realite haline geldiği hususu, son otuz yılda idrak edilebildi. Günümüzde ise bu gerçekliği inkar eden kalmadı artık.

Aksine, Birleşmiş Milletler vasıtasıyla dünyadaki bütün ülkeler bu konuda duyarlı davranmaya ve periyodik toplantılarla süreci değiştirme yönünde ortak adımlar atmaya çalışıyorlar. Fakat sözler sadece “dilek” olarak kalıyor ve gerekli somut adımlar hala atılamıyor. Bunun son örneği geçen yılın sonunda Glasgow’daki İklim Değişikliği Zirvesi’nde sergilendi. Yine “geçiştirme” yönünde kararlar, “temenni” anlamına gelen sonuçlar çıktı ve büyük hayal kırıklığı yarattı. Oysa insanlar farklı ülkelerde ve koşullarda yaşasalar bile, iklim değişikliğine sebep olan temel nedenin, dünyaya hakim üretim ve bölüşüm sistemi olduğunun artık farkındalar. Bu sistem, pek çok savaşın, silahlanma yarışının, yoksulluğun ve eğitimsizliğin sebebi olduğu gibi; yarattığı çelişkilerle dünyadaki en zengin 26 kişinin toplam servetinin dünya nüfusunun yarısının servetine eşit hale gelmesine, yani muazzam bir gelir dağılımı adaletsizliği noktasına kadar vardırdı durumu.

Özellikle, son 40 yılın berbat neo-liberal yöntemleri pek çok acıyla birlikte, gezegendeki atmosfer kirliliğinin bile öngörülemez seviyelere kadar ulaşmasına sebep oldu. Hiçbir toplumsal sorumluluk duymayan bu anlayışıyla yapılan üretim uygulamalarının kaçınılmaz sonucuydu bu. Oysa bireysel servet ve zenginlikler kadar, tüm insanların ortaklaşa sahip oldukları başka değerler de var. Hava, su ve toprak bunların başında geliyor. Sadece insanların değil, diğer tüm canlıların da ortak değerleri olarak korunmak zorunda bunlar. Yaşamın sürdürülebilmesi için bu hususun sağlanması çok önemli. Çünkü bunlar yoksa, gelecek de olmayacak gezegenimizde. Üstelik iki senedir yaşanmakta olan pandemi süreci de, bu gerçeği bir kez daha kanıtlamış bulunuyor.

İNSAN TÜRÜ DE YOK OLACAK CANLILAR ARASINDA!

Halen hepimizin yegane ortak evi olan küçük mavi gezegenimizin, 4 milyon 500 bin yıl daha sürecek bir ömre sahip olduğu biliniyor. Fakat insan türü bu gezegenin kaynaklarını kapasitesinin çok üzerinde sömürmeye, ortak değerlerini tüketmeye devam ederse, halen var olan pek çok tür bu geleceği asla göremeyecek. Çünkü atmosferdeki yoğun kirlenme, küresel ısınmayı arttırmaya devam ederse ve bu durum nedeniyle iklim değişimi sürerse, bildiğimiz yaşamın da sonu gelecek. Günümüzde hızlı bir şekilde gerçekleşen türlerin azalması olgusu, bunun en önemli göstergesi. Tehlikenin farkında olanlar, gereken ortak önlemler alınmazsa küresel ısınmanın gezegenimizde yaşayan pek çok tür açısından tam bir felaket olacağını anlıyorlar. Dünya elbette gelecekte de dönmeye devam edecek ama muhtemelen üzerindeki tüm canlılarla birlikte olmayacak bu. Sadece kuşlar, böcekler, deniz canlıları, kutup ayıları vb. de değil yok olması muhtemel türler. İnsan türü de bu süreçte ilk sıralarında yer alacak. Zira iklim değişikliğinin yaratacağı çok büyük doğa olayları, insanların bunlara uyum sağlama yeteneğinden çok daha hızlı gelişeceği için, değişen dünyada yeni dengelerin oluşma sürecinde insanların varlığının devam etmesini de tehlikeye sokacak. İnsan, gelişmiş beynine rağmen kırılganlıkları da olan bir tür sonuçta. Günümüzde işte bu kritik eşiğin farkında olanlar sadece bilimle uğraşanlar da değil artık. Pek çok birey ve çevre grupları, özellikle gelişmiş ülkelerde bu konuda uyarılar yapıyorlar. Ancak, ne kazanç hırsıyla davranan uluslararası tekelleri, ne de bunların yalanlarına kolayca inanma eğiliminde olan eski kuşakları yeterince etkilemiyor bu uyarılar. Zira tekeller kazanç hırslarını her şeyden üstün tutuyorlar ve eski kuşaklar da bu önemli küresel değişimin kendi yaşam süreleri içinde o kadar etkili olamayacağına inanıyorlar. İklim değişikliği ve türlerin azalması konusunda en fazla duyarlı olanlar ise, genelde çocukluktan çıkıp gençliğe adım atmakta olan yeni kuşaklar oluyor. Çünkü onlar, kendileri için bir gelecek olamayabileceği ihtimali karşısında ciddi olarak korku duyuyorlar ve bu olumsuz gidişin önüne geçmek gerektiğini de kavrıyorlar.

YAŞAMLA BOĞUŞURKEN, YAŞAMI DEĞİŞTİRME GÜÇLERİ YOK!

Gelişmekte olan ülkelerdeki çevre duyarlılığı ise biraz daha farklı düzeyde. Henüz, küresel iklim değişikliğinin önemli bir sorun olarak algılanması halini, bu ülkelerde göremiyoruz. Çünkü onlar, günlük yaşamlarını devam ettirebilmek, ekonomilerini çevirebilmek, insanlarını doyurabilmek gibi bugüne dair önemli sorunlarla o kadar çok boğuşuyorlar ki, yarına bakmaya fırsatları olmuyor. Dünyadaki gelir adaletsizliği olgusu burada yine belirgin hale geliyor. Aslında gelir piramidinin alt kısımlarındaki ülkeler de iklim değişikliğinden doğrudan etkileniyorlar ama yaşamla boğuşmaktan, yaşamı değiştirme noktasına geçemiyorlar bir türlü. Aksine, kolay bir çıkış yoluymuş gibi popülist sağ politikacıların yalanlarına daha fazla inanma eğilimi gösteriyor insanlar ve seçimlerde onlara kanıyorlar. O politikacılar da, hem kendi ülkeleri ve hem de dünya için, durumu daha çekilmez hale getirmeye devam etmekle meşgul oluyorlar.

Bunun en tipik bir örneği, Brezilya’da seçimle gelen sağ popülist başkan. Dünya’nın akciğerleri olan Amazon ormanlarını hızla katletmeye devam ediyor. Buraları tarla haline getirip soya üreteceğini, sonra da sığır yetiştiricilerine satarak ekonomisini düzelteceğini söylüyor. Halbuki bunun sürdürülebilir olmadığı, üstelik yarın katledilen bu ormanlar nedeniyle pek çok farklı sorunlar yaşanacağı da ortada. Zaten önerdiği model, kendi bulduğu bir çözüm de değil. Bu yolu hangi tekellerin, “küresel işbölümü” diye sunarak Brezilya’ya dayattığı biliniyor. Kararları alanlar yine dünyada gelir piramidinin en tepesinde oturanlar oluyor.

Şüphesiz Brezilya tek örnek değil, daha onlarcası var dünyada. Hızlı kalkınma veya hiç olmazsa mevcut yaşam düzeyini sürdürme noktasında, pek çok azgelişmiş ülke doğayı sömürerek kendisine bir çıkış yolu aramaya çalışıyor. Çünkü hem kaynakların ve hem de pazarların uluslararası tekellerce paylaşıldığı bir gezegende, yeni savaşlara yol açmadan sömürülecek tek kaynak olarak görüyorlar doğayı. Ülkeler enerji ihtiyaçları için ithalat yerine yerli üretimi tercih ediyor ama bunun sağlanması için şirketlerin doğaya saldırmasına da izin veriyorlar. Büyük sermaye gücü ve yatırımlar gerektiren metalürjik madenlerin çalıştırılması işini de uluslararası tekellere havale edip, onların doğayı yüzyıllar boyunca kirletecek yöntemler kullanmasına göz yumuyorlar.

 

TÜRKİYE’DE DURUM: BEN YAPTIM OLDU!

Şimdi gelelim Türkiye’ye.. Ülkemizde de genel anlamıyla durum, yukarıda özetlenen benzeri ülkelerden hiç farklı değil. Uzun yıllardır bu türden dertler var başımızda ve doğa hakkı gözetmeyen çeşitli uygulamalar ülkemizde de yaşanıyor ne yazık ki. Halkımız HES, RES, JES gibi enerjiye dair kavramlarla ve kömürlü termik santrallerin hızlı bir şekilde artışıyla son yıllarda tanıştı. Elbette bütün bunlar, “ithal yerine, milli enerji kaynakları lazım” denilerek yapıldı. Bu çıkış noktasına pek fazla itiraz da olmadı.

Halbuki bir hususun daha netleştirilmesi gerekiyordu bu politika değişikliğine gidilirken. Ortada bir de net hesap olmalıydı: enerjide ulusal ihtiyaç nedir, halen nasıl karşılanıyor ve örneğin 30 yıl sonra varılmak istenen nokta ne olacaktır? Varsayımlar ve sunulan model üzerinde konuşup tartışarak gerçekten bir uzlaşma olabilseydi, enerji politikasına da “milli” demek mümkün olacaktı. O durumda mesela vatandaşlar bile buna göre nasıl davranması gerektiğini net bir şekilde kestirebilirdi. “Bize de doğalgaz gelsin” diyen seçmenlere, atanmış bir yönetici dönüp “hayır, sizin termal su ile ısınmanız daha ekonomik” diyebilirdi mesela. Hidro enerji yatırımı yapması için zorlanan bir seçilmiş yönetici de, mesela “buraya rüzgar enerjisi daha uygun” diyebilirdi. Bunlar hep eksik kaldı. Yerine de “ben yaptım oldu” denilmesi tercih edildi. Fakat olmadığını ve çeşitli hatalar yapıldığını her geçen gün yeniden ve bir kez daha yaşıyoruz.

Diğer yandan ülkemizde enerjiden başka girişimler de var doğaya rağmen geliştirilen. Başta altın olmak üzere pek çok metalürjik maden işletmeleri, ülkemizin çeşitli yerlerinde ve bu arada ilimizde de doğamıza zarar vererek çalışıyorlar. Bu tür yatırımların, sadece kazanç ve istihdam olarak kamuoyuna yansıtılan yüzünün oldukça sahte olduğu, aksine doğaya ve insana pek çok zararlar verdiği gerçeği ise daha o tesislerin çalışmaları sürerken, aradan çok da fazla yıllar geçmeden ortaya çıkıyor. Bu türden yatırımlar çoğaldı ülkemizde, üstelik merkezi ve yerel yönetimler de bunları destekliyorlar. Fakat siyanür, sülfürik asit vb. gibi karşılanamaz boyutta zararları da var bunların. Aydın’da JES’lerin; Karadeniz’de HES’lerin; Soma’da, Elbistan’da, Yatağan’da, Çan’da termik santrallerin; Uşak’ta altın madenlerinin nelere mal olduklarını, bugün çıplak gözle bile tespit etmek mümkün artık. Hal böyleyken, ekonomiyi çevirebilmek adına dağları, ormanları ve yerin altını satmaya devam edebilir miyiz? Hele de en ilkel, doğaya en zararlı yöntemlerin kullanılmasına göz yumarak bu durum sürdürülebilir mi? Günü kurtarmak adına, hem bizim ve hem de çocuklarımızın, torunlarımızın geleceğini göz ardı etmek mümkün olabilir mi? Bugünün yarınları da olduğu unutulabilir mi?

KORUNMASI GEREKEN ARAZİLERE BİLE İNŞAAT RUHSATI VERİYORLAR!

Bu doğal değerleri ve mevcut varlıkları satma konusuna, son yıllarda yerel yönetimler de katıldılar maalesef. Tüm kente ait olan ortak değerler, bazen rant uğruna daha çok betonlaşma için, bazen de doğal denge gözetilmeden satılmaya kalkışılıyor. Kentin kamusal ihtiyaçları öngörülmüyor. Zeminin özelliği ve deprem olgusu da dikkate alınmadan yapılıyor üstelik bu işler. Oysa çok ibret verici olaylar yaşadı ülkemiz bu konuda.

Mesela vaktiyle Rize’de denizi doldurarak yeni kentsel alanlar yaratma işi alkışlanıp, “uyanıkça bir girişim” olarak değerlendirilmişti. Bugün ise yan yatıyor ve tehlike saçıyor oradaki çok katlı binalar. Şimdi “kentsel dönüşüm” gerektiği dile getiriliyor. Yine depremin daha iki yıl önce İzmir’e yaşattığı felaketler de unutuldu. Bu örnekler yokmuş gibi sulak alanlar, Dalyan’lar bile satılmaya kalkışılıyor günümüzde.

Mevcut altyapı eksiklikleri giderilmeden, projeleri bile kamuoyuna açıklanmadan, yeni ve yoğun yapılaşma ile nüfus ilaveleri yaratacak işlere girişiliyor. Hatta olmayacak yerlere, batağın suyun içine, hatta “korunması gereken alan” tescili ve ilanı yapılan arazilere bile inşaat ruhsatları veriliyor. Bu noktada bir başka önemli sorun olarak demokrasi anlayışındaki büyük kusurlar çıkıyor ortaya. Yerel yöneticiler, demokrasinin işleyişini sadece “sandığa” indirgemek suretiyle, Meclis çoğunluğuna dayanarak aldıkları hemen her kararı uygulamaya hakları olduğuna inanıyorlar. Meclis mikrofonlarından alenen “biz yapalım da yasa arkadan gelsin” bile diyorlar. Canları sıkılınca da “Sayıştay var ya canım, o denetliyor. Sen niye itiraz edip dava açıyorsun?” diyorlar muhataplarına.

Mikrofonunun sesi güçlü olan “ötekini” konuşturmuyor bile. Bunları yaşıyoruz artık. Oysa demokrasi tüm vatandaşların söz ve karar sahibi olması, yaşamı belirleyecek hale gelmesi kadar, denetlemesidir de aynı zamanda. Sadece soyut bir seçme ve seçilme ilişkisi olarak görülüp sunulamaz. “Seçime kadar bekleyin” demek de değildir demokrasi. “Bekleyince ne oluyor?” derseniz, ilimizin ve ilçelerimizin eski yöneticilerinin verdiği hatalı kararlar nedeniyle, bugün işlevsiz olarak çürümeye terk edilmiş olan yüzlerce yanlış yatırıma bakmanızı öneririm. Demek ki seçilenler de hata yapabiliyor ve bu durum sadece düne ait bir olgu da değil. Bugün de olabilir elbette hatalar. İstişare ve ikna yöntemleri zaten bu nedenle demokrasinin işlevsel araçları olmuşlar. “Kent suçu” veya “kente karşı suç” haline gelmemesi için alınan kararların, yapılan işlerin, adımları da uzlaşarak atmak gerekiyor. “Şimdi yetki bizde”, “dilediğimizi yapmak için çoğunluğumuz var”, “başkan ağırlığını koydu” diyerek olmuyor bu işler. Rize ve İzmir örneklerini bu nedenle verdim yukarıda. Orada mahkemeye çıkan, hesap veren “eski kent yöneticisi” duydunuz mu hiç? Kamu vicdanını yaralıyor bunlar. Sonuçta “mutlak” yönetimler de bozulmaya sebep oluyor, demokrasi ve araçları işte tam da bu sebeple gerekiyor.

DOĞAYI VE ÇEVREYİ KAZANÇ ODAKLI HATALARDAN KURTARMAK GEREKİYOR

Bugün kentlerimizde hiç de rasyonel yaşamıyoruz ne yazık ki. Kentsel yapılanmamız sanki çevre sorunları yaratmaya ve deprem gerçeğiyle alay etmeye yönelik bir akıl dışılık üzerine kurulu. Oysa kentlerde nüfus yoğunluğu artıyor, göç olgusunu da dikkate almak gerekiyor. Bu hızlı nüfus artışının üzerine, bir de çarpık kentleşme ve altyapı yatırımlarının yetersizliği binince, kentsel yaşam alanlarımız bir sorun üretme, bu arada elbette çevre sorunları da üretme odağı haline geliyor. Bu gerçekliğe özen göstermek çok önemli. Yukarıda özetlenen türden ve çevre katliamı anlamına gelen kırsal alan yatırımlarıyla doğamız yok edilirken, kentsel alandaki tercihlerimizin de sorun yaratıyor olması büyük tehlike. Bu “aldım-sattım” veya “verdim inşaat iznini” tarzı kent yönetimine devam edilirse, bizlere bahşedilen bu yeryüzü cenneti yaşam alanlarımız, hızla bir cehenneme dönüşebilir. Geriye bakıp “keşke” demek yerine, geleceğe bakmamız gereken günler yaşıyoruz bugün. Para ve finansman işleri ülkeler gibi kentlerin yönetiminde de mutlaka çok önemlidir ama bize yaşam alanları da gerekiyor. Doğayı ve çevreyi “kazanç” odaklı ve hatalı kararlardan kurtarmak gerekiyor. Bunu sadece kendi ilimiz veya ülkemiz için de değil, dünyaya karşı yapacağımız en büyük iyilik olarak görmek zorundayız. Bu türden bir “doğa katliamı, talanı, alma-satma, betona boğma” gündeminden çıkıp; huzur, güven, adalet, istikrar gibi ana hedefleri önümüze koymamız gerekiyor artık.

Tepki Ver | Tepki verilmemiş
0
harika
Harika
0
_ok_do_ru
Çok Doğru
0
kat_l_yorum
Katılıyorum
0
_a_rm_
Şaşırmış
0
_zg_n
Üzgün
GELECEĞE BAKMAK
Giriş Yap

Balıkesir Haberleri ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!