ÇOCUKLUK ARKADAŞIM
Mehmet Eroğlu’nun 9,75 Santimetrekare romanında ““Kemalettin Tuğcu’lar bana ne öğretti biliyor musun? Dayak yemeden de ağlanabileceğini.” der romanın kahramanı.
“Çocukluk Arkadaşım” ise, Kemalettin Tuğcu’nun 312 romanından sadece biri. Onun romanları çocukluğumuzun arkadaşı oldu. Romanlarındaki acı çeken, horlanan, itilen çocuklar ile arkadaş olduk, onlar için üzülüp ağladık ve onların hayatlarını kendi hayatımız bildik çoğu zaman. Kemalettin Tuğcu, bir nesile okuma alışkanlığı kazandırmasına rağmen, edebiyat çevrelerince hep yok sayıldı, küçümsendi, kitapları edebiyat dışı sayıldı. Ama onun romanları, o dönem çok sayıda okura ulaştı.Kemalettin Tuğcu olgusuna dönüşmesi, İtimat Kitabevi’nin bu romanları basmaya başlamasıyla gerçekleşmiştir. Erdal Öz, o dönemi şöyle anlatır:“İtimat, Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarının da basılma ve dağıtım yeriydi. Orada beni şaşırtan en ilginç olay, Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarının Anadolu kitapçılarına gönderiliş biçimi olmuştu. Anadolu kitapçıları, yayınevinden Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarını adlarıyla belirterek, belli sayılarda istemiyorlardı. Gelen istek mektuplarını göstermişlerdi: ‘Sekiz çuval Kemalettin Tuğcu gönderin’, ‘On çuval Kemalettin Tuğcu gönderin.’ Kitapların çuvallara doldurulup bağlanışını da izlemiştim şaşkınlıkla.”
Kemalettin Tuğcu’yu bir dönem bu denli çok okunulası kılan nedenler arasında, yaşamın acı ve zorluklarını çoğu zaman 12-14 yaşlarındaki kız veya erkek birer çocuk-ergen olan roman kahramanları yoluyla, heyecanlı, sürükleyici, akıcı bir dil ve anlatımla dile getirmesi, acıyı işlerken umuda, çabaya, cesarete vurgu yapması sayılabilir.
Kemalettin Tuğcu, 27 Aralık 1902’de Çengelköy’deki sarayın kilerçibaşısı olan büyük dede Ömer Bey’e hediye edilen köşkte, iki ayak tabanı içe dönük olarak doğmuş. Sakat bebek, aileye sevinçten çok acı getirmiş, henüz bir haftalıkken bir çıkıkçı ayaklarını tahtalara sarmış bebeğin. Sargıların açılmaması tembihine rağmen baba, bebekten yükselen feryatlara dayanamamış.
“İşte babamın acıma duygusu yüzünden ben sakat kaldım ve ömrüm boyunca sakatlığın bütün ıstırabını çektim. Bu sakatlık yüzünden gençlik hayatımı yaşayamadım ve okula da gidemedim. Çünkü her iki ayağımda da yaralar açılır, aylarca yürüyemezdim, ancak evin içinde dizlerimin üzerinde dolaşabiliyordum.”
Ve hayatı boyunca, sakat kalmasına neden olan babasını hiç affetmemiş.
Kemalettin Tuğcu’nun 312 romanı yayınlandı. Ama birçok kitabını da yakmıştır. Nuriye Akman’ın kendisiyle yaptığı röportajda bu konuyu sorması üzerine bakın ne cevap verir:
“Evet. Neden yaktım? Şiirimle anlatayım: Yaktığım kitaplarım onlar benim ömrümü alıp giden kuşlardı, yıllarca oyalamış beni oyalamışlardı, onlar benim aşklarım, kara sevdalarım, kimi bitmiş tükenmiş kimi daha yarımdı, onlar benim gözyaşım, kanım, alın terimdi, onlar benim boşalmış ilaç şişelerimdi.”
Onun romanlarında, itilmiş, horlanmış, terk edilmiş, yoksul ve yalnız insanlar bu durumlarını onurla taşırlar. Kimseden bir dilim ekmek istemeden, boyunlarını büküp gözyaşlarını içlerine akıtarak, kadere rıza göstererek hayatlarını sürdürürler. Ya da romanlarından birindeki gibi:
“Koca köşklerde, zengin evlerinde huzur yoktur, ama bir somun ekmeğin paylaş
Metin Üstündağ’a göre o “Sübyan zamanlarımızın Sami Hazinsesi’dir.” Selim İleri için ise “Merhametin yazarıdır.”
İlk ve tek ödülü olan 1995 yılında TÜYAP Kitap Fuarı’nda Onur Ödülü’nü aldığında 93 yaşındaydı. Yeğeni gazeteci yazar Nemika Tuğcu, amcasının hayatını anlatığı Sırça Köşkün Masalcısı adlı kitabı 2004 yılında yayınlandı. Kitaptan okuduklarımızla, Kemalettin Tuğcu, Abdülhamit, Abdülmecit ve Vahdettin döneminde geçmiş çocukluğu. Bu nedenle yakın tarihimizdeki önemli olayların canlı tanığı.
Onun yaşam öyküsünü okurken tarihe yolculuk ediyorsunuz: 2. Meşrutiyetin ilanı, 31 Mart Vakası, İtalyan ve Balkan Savaşı, 1. Dünya Savaşı yılları, Tuğcu ailesinin içine düştüğü yoksulluk günleri, İstanbul’un işgaliyle sayısız mahalleyi kül eden yangınlar, ünlü kolera salgını ve Kurtuluş Savaşı.
Cumhuriyet sonrası Ankara yakınlarında ray döşeme işinde çalışmaya başlamış, ancak işçilere yapılan haksızlığa başkaldırarak işi bırakıp, İstanbul’a dönmüş. Sonra bir marangoz atölyesinde yeni bir deneyim… Yine haksızlığa uğrayış…
Yayın dünyasına adım attığı tarih 1932. Aralarında Yavrutürk, Ateş ve Ev-İş Mecmuası, Çocuk Haftası gibi dergiler olmak üzere çok sayıda dergiyi çıkartmış. 1943 ise kitaplarının yayımlanmaya başladığı, başarı ivmesinin hızla yükseldiği tarih.
Sinemaya uyarlanmış eserleri:
1960 – Ayşecik
1961 – Kolsuz bebek (“Talihsiz Fatoş” romanından)
1964 – Yüz Karası
1997 – Baba Evi
1998 – Mercan Kolye
1998 – İki Arkadaş
1999 – Küçük Besleme (TV Dizisi)
2000 – Hırsızın Oğlu (TV Dizisi)
2000 – Üvey Baba (TV Dizisi)
2004 – Canım Annem (TV Dizisi)
(Kaynaklar:Radikal Kültür, Nemika Tuğcu – Sırça Köşkün Masalcısı, Vikipedi, Leblebitozu internet sitesi.)
Doğu ile Batı arasındaki fark, Türkiye’dir
Hakan Günday, “Az”dan sonra gelen romanı “Daha”da kaçak göçmenlerin üzerinden büyük bir insanlık dramını anlatıyor. Ancak bu roman kaçak göçmenlerin değil; henüz 9 yaşındaki bir çocuğun, insan kaçakçısı bir babanın yanında yetişen Gazâ’nın öyküsü. Onur Saylak’ın yönetimiyle film olarak da vizyona giren eserden alıntılar:
“Doğu ile Batı arasındaki fark, Türkiye’dir. Hangisinden hangisini çıkarınca geriye Türkiye kalır, bilmiyorum ama aralarındaki mesafe Türkiye kadar, ondan eminim. Ve biz orada yaşıyorduk. Her gün politikacıların televizyonlara çıkıp jeopolitik öneminden söz ettiği bir ülkede. Önceleri çözemezdim ne anlama geldiğini. Meğer jeopolitik önem, içi kapkaranlık ve farları fal taşı gibi otobüslerin, sırf yol üstünde diye, gecenin ortasında mola verdiği kırık dökük bir binanın ada ve parsel numaralarıyla yapılan çıkar hesapları demekmiş. 1.565 km uzunluğunda koca bir Boğaz Köprüsü anlamına geliyormuş. Ülkede yaşayanların boğazlarının içinden geçen dev bir köprü. Çıplak ayağı Doğu’da, ayakkabılı olanı Batı’da ve üzerinden yasadışı ne varsa geçip giden, yaşlı bir köprü. Kursağımızdan geçiyordu hepsi. Özellikle de, kaçak denilen insanlar… Elimizden geleni yapıyorduk… Boğazımıza takılmasınlar diye. Yutkunup gönderiyorduk hepsini. Nereye gideceklerse oraya… Sınırdan sınıra ticaret… Duvardan duvara…”
“Sadece okuyordum. Yapabileceğim başka bir şey yoktu. Belki bir de kendimi öldürebilirdim ama ona da zamanım kalmıyordu.”
“Bir işe başlamak, bitirmenin yarısı, derler ya. Doğmak da öyle işte. Ölmenin yarısı.”
“Babam bir katil olmasaydı, ben doğmayacaktım…
“Sen doğmadan iki sene önce… Bir tekne vardı, hiç unutmam, adı Swing Köpo… Rahim diye bir itin teknesi… Neyse, yükledik malı… En az 40 kelle var. Biri de hasta. Nasıl öksürüyor, bir görsen! Bitmiş herif! Kim bilir kaç yaşında, belki yetmiş, belki seksen…”
Babam bir katil olmasaydı, ben de olmayacaktım…
“Neyine gerek lan senin, dedim hatta… Kaçmak, göçmek? Gideceğin yere gitsen ne olur? Ölmeye mi çekiyorsun bu kadar eziyeti? Neyse… Sonra Rahim dedi, sen de gel, dönüşte iki laf ederiz. Benim de işim yok o zamanlar, daha kamyonu almamışım…”
Babam bir katil olmasaydı, annem beni doğururken ölmeyecekti…
“Arada, kaçağa gidenlere bir el atıyorum… Hem işi öğreniyorum hem de üç beş yolumu buluyorum… İyi lan, dedim. Bindik, açıldık işte… Sakız’a varmaya az kala bir fırtına çıktı! Zaten Swing Köpo’nun kendini götürecek hali yok! Daha ne olduğunu anlamadan, göçtük suya…”
Babam bir katil olmasaydı, asla dokuz yaşıma basmayacak ve onunla o sofraya oturmayacaktım…
“Bir baktım, herkes bir tarafta, bağıran bağırana… Adam gelmiş çölden, ne bilsin yüzmeyi! Böyle bir görünüyorlar, sonra yok! Taş gibi batıyor hepsi! Boğulup gidiyorlar… Bir ara Rahim’i gördüm, alnı kan içinde… Vurmuş kafayı teknede bir yere… Dalgaları bir gör, duvar gibi! Üstüne üstüne geliyor insanın! Sonra bir baktım, Rahim de yok…” Babam bir katil olmasaydı, ne o bana bu hikâyeyi anlatacaktı, ne de ben onu dinleyecektim…
“Yüzeceğim de, ne tarafa gideyim, diyorum… Gecenin bir körü! Bayağı bir uğraştım… Ama yok, kafayı suyun üstünde tutmak bile mesele… Bir dalıp bir çıkıyorum… Dedim, oğlum Ahad, hayat buraya kadar! Gittin, gidiyorsun… Sonra birden, böyle, iki dalga arasında, beyaz bir şey gördüm… Üstünde de bir karaltı var…”
Babam bir katil olmasaydı, onun bir katil olduğunu hiç öğrenmeyecektim…
“Bir baktım, o hasta herif… Hani o bitik herif vardı ya… Bulmuş bir cansimidi, tutunmuş gidiyor… Nasıl yüzdüm, bilmiyorum… Ama sonunda vardım adamın yanına… Tuttum simidi, çektim elinden… Baktı bana… Uzandı böyle… ittim ben de… Boğazından tutup… Sonra da bir dalga geldi götürdü zaten…”
Ama babam bir katildi ve hepsi oldu…”
GEL BİR ÇAY İÇELİM…
Adamlar bana çay verdi, çay. Çay veren adam hiç kötü olur mu?..
(İsmail Abi-Leyla ile Mecnun dizisinden)
Çay, Anadolu’dan binlerce kilometre ötede keşfedilmesine karşın, bu topraklara geldiği andan itibaren kırk yıl hatırlı kahvenin tahtını sarsmış, en koyu muhabbetlerin vazgeçilmezi olmuş. Çayın Osmanlı’ya gelişi 19. yy sonlarını buluyor. Bu tarihlerde İstanbul’daki bazı dükkanlar az miktarda çay ithal etmeye başlar.
Çaya olan düşkünlüğü ile bilinen Hacı Mehmed İzzet Efendi’nin Çay Risalesi kitabı ise 1879’da İstanbul’da basılır. Osmanlı’da çay yetiştirmeye yönelik bilinen ilk ciddi girişim Sultan II. Abdülhamid dönemine rastlıyor. 1892’de yayınlanan Coğrafya-i Sınai ve Ticari adlı kitapta, dönemin Ticaret Nazırı Esbak-ı İsmail Paşa’nın aracılığı ile Çin’den getirilen çay fidanları ve tohumlarının Bursa’da ekildiği anlatılıyor, ancak ekolojik koşulların uygun olmaması nedeniyle sonuç alınamadığı belirtiliyor. Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nde daha sonra bulunan ve Osmanlı’da çay tarımına ilişkin ilk arşiv belgesi olarak kabul edilen belgede ise, tohumların Japonya’dan getirtildiği yazar.
Çayın rengi ne kadar güzel,
Sabah sabah,
Açık havada!
Hava ne kadar güzel!
Oğlan çocuk ne kadar güzel!
Çay ne kadar güzel!
Orhan Veli Kanık
bir çay yalnızlığı emirgân’dan öteye
değdikçe ısındığı yaldızlı bardağın
nedîm’den yansıması tatyos efendi’ye
tenhâ bir genç kız sesiyle hicazkâr’ın
kuytularda çürüdüğü bağdadî yalıların
yorgun sarmaşıklarıyla sarkmış bahçeye
Attila İlhan
Baş köşeyi kim aldı, kime verdin?
Bir bardak soğuk su gibidir onlar
Ellerinin uzandığı her masada taş gibi bir çay.
Bizim içtiğimiz çay da çaydır.
Çarpık dudaklı, ezik gözlü allı mavili çaylar
Şehirlerden çok güneş vardır o çaylarda
O çaylar dağları bin parça eder getirir.
Yaşamayı çağıl çağıl getirir.
Dans eden bir kadının ayak bilekleri gibidir onlar
Judy Garland gibi çay, kan gibi çay
O çaylardan su içenlerin gözleri
Benim çay bardağımda senin gözlerin olur
Senin gözlerin sizin çay bardağınızda.
Sezai Karakoç
birisi geliyor karşıma oturuyor bahçede
bir ölüm olayına ilişkin bir şeyler soruyor
önce çayınızı için diyorum, hayır diyor
ısrar ediyorum hayır diyor ben hiç çay içmem
özellikle alacakaranlıkta hüzün verirmiş ona
Turgut Uyar
Şöyle böyle bir günün kurcalanmasından
Bir tırnak izidir nehir -yüzümde akan-
Bulutlar bulutlar bulutlar -dudak izleri, beyaz-
Ötede bir köprü üstünden geçeceğim birazdan.
Ocaktaki çaydanlıktan bakıyor bana
Ekim ortalarında yağan karlardan
Ben köprünün üstündeyim şimdi -iyi mi-
Camların buğusundan yapılmış adam
Edip Cansever
Anılarda kalırdı belki de zamanla ince bel,
namussuz çay bile ince belli bardaktan verilmeseydi eğer.
Uykusuzluklar yıkıp geçmezdi, kısacık kestirmelerin ardından,
dokunulası ipekten bir o kadar uzakta olmasaydı eğer.
Issız bir yuva bile cennete dönüşebilirdi belki de,
sıcak bir gülüşle ısıtılsaydı eğer.
Can Yücel
İki çay söylemiştik orda, biri açık,
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
Cemal Süreya
Seninle konuşurduk baba
Böyle gecelerde, iki bilge gibi
Karşılıklı bakışarak
Bazı şeyleri kavrayamasam da, dinlerdim
Belki sen de yeni bir şeyler bulurdun gecmişte
O dupduru yüreğini, yılların
Unutulmuş sularına bırakarak.
İşte bir minder daha koydum yanıma
Henüz sıcak
Sanki yeni kalkmışsın üstünden
Terliklerin şuracıkta, getireyim
Çayı da ocağa koyarım istersen.
Ahmet Erhan
“Aman!.. Doktor mu bunlar… Ben onlardan iyi anlarım bu işlerden… Bacak kadar çocuk gelmiş de bana akıl öğretecek. Hardal lapası neyse, onu biz de yaparız. Zaten doktora da ben söyledim… Ama o iğneleri lüzumsuz yere vuruyor… Satlıcana iğne kar eder mi? Sonra tutmuş ‘çay içme!’ diyor. Allah Allah… Çaydan da zarar geldiği görülmüş mü? Sözünün burasında bağırırdı:
– Satılmış… Getir çaydanlığı!
Satılmış, uzandığı yataktan fırlar, eski ve kocaman hastane terliklerini sıska ve topukları balmumu gibi sararmış ayaklarına geçirir, kızgın sac sobanın üzerinden çaydanlığı ve pencereden çay fincanını alarak Beybabanın yanına varırdı.”
Çaydanlık (Kamyon/Seçme Öyküler), Sabahattin Ali
(Kaynak : Cumhuriyet Devri Türk Şiirinde Çay Motifi, Çayın Türkiye Serüveni, leblebitozu.com)