
Ekonomik fiyaskonun günah keçisi bulundu. Bütün kötülüklerin anası “faiz”.
Türkiye’deki yüksek faizin nedenlerini bilmeden, düşünmeden Kur’an’daki sureyi referans gösterip, dünya konjonktürünü dikkate almayan, ulaşabilmesi adına ağır ekonomik ve sosyal kayıplara neden olan ve olacak bir hedefi gerekçe göstererek emirle faiz indirmek… Anlamak, kabul edilebilecek bir iş değil. Bilimsellikten uzak, sadece gündem oluşturup olanı unutturmak için seçilen bir yöntem. Oldu olacak ekonomiyi de Diyanet şekillendirsin. Eğitim zaten onun gözetiminde. Ne hikmetse Diyanet İşleri Reisi geçenlerde Türkiye’ye gelen Taliban heyeti ile görüştü. Böylece, dış politikaya da el atmış oldular! 2023 hedefleri içinde Ekonomi ve Adalet de var anlaşılan!
“Emir faizi”, Türk ekonomisinin kurtarıcısı olarak görülüyor. Açıklanan hedefe göre düşük faizle;
ı) yatırımların önünü açacak, yatırım hacmi büyüyecek,
ıı)böylece üretim ve istihdam artacak,
ııı)yükselen kur sayesinde ihracatımız çoğalacak, cari açık azalacak,
ıv)bunların sonucunda döviz talebi düşecek, kur istikrar kazanacak, ‘haram faiz’ yerini ‘helâl kur farkına” bırakacak!
Bunlar gerçekleşir mi? Emirle düşürülen faiz bankaların kredilerine yansır mı?
Cevap: Kamu bankaları kredileri dışında çok az yansır. Diğer bankaların hesaplamaları mevcut ekonomik koşullarda ancak Merkez Bankasının mevduat zorunlu karşılıklarında bir miktar indirim yapmasına bağlı olacaktır. Zira bankalar eriyen, değer kaybeden bilânçolarındaki aktif varlıklarını koruyabilmek, dış borç yükümlülüklerini yerine getirebilmek için ellerindeki TL mevduatı piyasa şartlarına göre değerlendirerek kredi olarak satacakları nakit fonları olması gereken fiyattan (faiz) satmak isteyeceklerdir. Bir büyük özel bankanın bireysel kredi için açıkladığı faiz 26 Kasım itibariyle yıllık yüzde 28.6! TÜİK enflâsyonu bile yıllık yüzde 19, on iki aylık ortalama da yüzde 16. Bu da, enflâsyonun yükselme eğiliminde olduğunu gösteriyor. Böyle olunca da ekonomideki Gresham Kanunu; “kötü para iyi parayı kovar” işler, zaten düşük hacimdeki kurumsal ve bireysel tasarruflar TL’ye değil, dövize yönelir, tekrar başa dönülür!
Ekonomide mevcut belirsizlikle birlikte ileriye dönük iyimserlik zayıf olduğundan yeni yatırımlar için kredi talebinin olması beklenemez. Böyle bir ortamda kredi talebi büyük ölçüde işletmelerin bilânçolarındaki bozulan aktif pasif dengesini düzeltebilmek için olabilecektir. Bireysel kredi talepleri de ödenememiş borcu yeni borçla kapatabilmek için olur. Kısacası; düşük faiz “ne İsa’ya ne de Musa’ya yarar”.
Türkiye’nin uygulamaya çalıştığı serbest piyasa ekonomisi, ekonominin sorunlarını çözemez. Çözüm olarak sunulan kandırmaca “kemer sıkma” adı altında yoksulluğun yaygınlaştırılması ve büyümesi demektir. Bunun son mimarı AKP, bir önceki de Kemal Derviş’tir. Bu politikanın bir “ekonomik savaş” olarak tanımlanarak “dünyanın yeniden keşfi” gibi topluma anlatılmak istenmesi inandırıcı değildir. Ekonomi bilimi toplumsal yoksulluk için değil, toplumsal refahın sağlanabilmesi için vardır.
Düşük faiz – yüksek kur umulan ihracat ve istihdam artışını yaratmaz. Neden?
Dünya ekonomisi yaygın durgunluk içinde, büyüme beklenmiyor. Türkiye’nin ihraç ürünlerini üretebilmesi için doğrudan ve dolaylı ithal girdilere ihtiyacı var. Bu girdilerin dünyadaki fiyatları ile birlikte enerji fiyatları da arttı. İthalâtı pahalılaşan, dış pazarlarda diğer ihracatçı ülkelerle rekabet edebilmek için Türkiye üretim maliyetlerini düşük tutmak zorunda. Bunun yanında iç enflâsyon ve beklentileri de yüksek. Özetle; düşen dış talep, yüksek iç enflâsyon. Bu şartlarda Türk ihraç ürünlerinin ‘rasyonel ekonomik’ maliyet/fiyat yapısı ile uyumlu şekilde üretilip satılabilmesi için olması gerekli dolar kurunun -üretimdeki ithal girdi oranına ve beklenen iç enflâsyona bağlı olarak- 15/20 TL aralığında olması gerektiği hesaplanmaktadır. Bu ise; yaklaşık yüzde elli daha devalüasyon, iç enflasyonu daha da yükseltmek demektir. Dünyadaki resesyon nedeniyle ihracat fiyatlarının arttırılması mümkün gözükmemektedir. Böyle olunca da, insanın aklına “Türkiye’nin; Çin, Tayvan, Hong Kong, Singapur gibi Batılı şirketlerin ucuz emek için üşüştükleri bir ‘üretim merkezi’ olması mı hedefleniyor”? sorusu geliyor. Bu da, çeşitli siyasi ve ekonomik senaryolarla ekonominin dış güçlere teslim edilmesi demektir.
Faiz inadı yüzünden çöken ekonomiyi ayağa kaldırabilmek için kimliksiz, dönek, kalleş Arap emirlerinin, krallarının peşinde koşuyoruz. Görgüsüz Arap zenginlerine arsa, rezidans satarak, Türkiye’nin varlıklarını Arap fonlarına ipotek ederek, devrederek, para takası oyunları ile. Birkaç yıl evvel ABD Başkanı Trump’’ın manevrası sonucunda Suudi Arabistan Krallığı ile yaşanan hüsrandan ders çıkarmadan…
Bir ayda TL’yi yüzde otuz değersiz hale getiren ekonomik politikanın ortaya çıkardığı tablo özetle;
- zaten yüksek olan enflâsyonun daha da hızlanması,
- artan ve yaygınlaşan toplumsal yoksulluk, hayat pahalılığı,
- toplam arz ve talep hacminde makro ölçekte gerileme,
- artan işsizlik, ekonomik durgunluk…
Ve sonuçta ekonominin koma hali; “durgunluk içinde enflâsyon” (stagflâsyon).
İki soru:
ı) kur bu kadar yükselmeseydi Türkiye’nin ithal girdi maliyetleri bu derece artar mıydı?
ıı) Türkiye’de gelir dağılımı dengeli olsa, ekonomide borç para talebi, dolayısıyla faizler bu kadar yüksek olur muydu?
“Emir demiri keser” sözünü “emir bilim dinlemez” olarak değiştiren Türkiye’de yaşıyoruz.
Ve…. Bu hale gelmiş Türk ekonomisi hakkındaki düşüncelerini yandaş televizyon kanalında açıklayan bir vatandaşımız: “ben Çamlıca’dan geliyorum. Bindim Marmaray’a on beş dakikada Sirkeci’ye geldim. Dünya’da böyle bir tren nerede var”?
Düşünen Adam