DÜNYADA neler oluyor, ülkemizin gündeminde ne var? Bizdeki en önemli gündem maddeleri, kaçınılmaz bir şekilde “seçim” odaklı. Dünya gündemini kenarda bırakıp, ülkede farklı algılar geliştirmeye uğraşıyor siyasetçilerimiz. Neler yapmıyorlar ki? Son örneklerini, Cumhuriyetin 99. yılını vesile ederek sergilediler. İktidar cenahının özel yerli araç, yerli silah, yerli doğal gaz rezervi, konut kampanyası ve yeni vizyon eksenli sunumları çok ilginç oldu. Adeta bir “pazarlama” tekniği uygular gibi davrandılar. Cumhuriyetin kurucu değerlerinin yok edilmesine karşı çıkan muhalefet partilerine, bu rejiminin ilk yüzyılını savunmayı bırakıp, ikinci yüzyılı ise kendi alanları ilan ettiler. Garip bir gayret, mukayese tarzı ve ikilem yaratma çabası oldu. “Bu paradigmaya kim inanır?” demeyin, algı yönetimi tam da böyle oluyor işte. Üstelik propaganda çarkı “arabayı yapan sermayeye ve teknolojik birikime karşı mısınız?”, “doğalgazı çıkartamaz mıyız?”, “o silahları biz yapmadık mı?” diyerek sunulunca, iktidarın siyaset hattı da ortaya çıkıyor aslında. Adeta “siz geçen yüzyılı savunmaya devam edin, biz de geleceğe sahip çıkalım” havası estiriliyor. Bu sunuma inanan bir miktar seçmen olacaktır elbette. Fakat cari dönemin geçim sıkıntısına dalmış seçmenleri ile sandık kurulduğunda ilk kez oy vermeye gidecek olan genç seçmenler, bu söylemlere mi inanırlar, yoksa “hayalle doyulmaz” mı derler, onu da yakında göreceğiz.
MUHAFAZAKAR DEVRİMCİLİK BÖYLE OLUYOR DEMEK Kİ…
Vatandaşların önemli bir bölümü seçim sandığına gittiğinde, bir anlamda iktidar partileri için son yirmi yılın referandumunu yapmaya hazırlanırken, “gelin Anayasa için de bir referandum yapalım” diyebilmek nasıl bir “özgüvenin” ifadesidir acaba? “Verin bu kardeşinize oyları” denilerek çıkılan “yeni Türkiye” yolunda, vaat edilenlerin pek çoğu yerine getirilememişken, siyasetçilerin bir dönem daha istemek yerine, “eli arttırıp” yeni yüzyılı da istemesinin karşılığı olabilir mi bu toplumda? Böyle bir durumda, değil Anayasayı değiştirmek, bir maddesi için bile referandum yapmaya yanaşır mı toplum? Zaten bu işin olmayacağı ve muhalefet partilerinin de buna yanaşmayacağı gün gibi ortadayken, iktidar cenahı “onlara bir samimiyet testi yaptık” diyebilmek uğruna, bu yolu sonuna kadar ısrarla sürdürmek arzusunda. Ne diyelim? Böyle oluyor demek ki “muhafazakar devrimcilik”.
HAYALLERE DEĞİL LAİK VE DEMOKRATİK CUMHURİYETE İHTİYAÇ VAR
Elbette ülkemize yepyeni bir Anayasa, yeni bir toplum sözleşmesi gerekiyor. 1982 referandumundan bu yana eleğe dönmüş, çağın uzağında kalmış ve apoletli zihniyetin mirası olan mevcut metnin yerine yenisini koymalıyız. Fakat, ancak bir seçim sonucunda halkın reel tercihleri Meclis’e yansıdıktan sonra, bir yeni toplumsal uzlaşma yolunu demokratik yöntemler izleyerek bulduktan sonra yapılabilir yeni bir Anayasa. Zira vatandaşlar “2023 olmadı, buyurun 2053 veya 2071” diye sunulan uzaktaki belirsiz hedefler, yeni bir yüzyıl, bazı müjdelerle süslenmiş nurlu ufuklar diye ifade edilen hayallerle değil, sofrasında görebileceği ve doyabileceği nimetlerle ilgileniyor öncelikle. Kışı nasıl geçireceğiyle, fiyatların daha da artmasıyla nasıl başa çıkacağıyla dertleniyor. Baş örtüsü konusunda yeni bir Anayasa referandumu değil bugünkü derdi, sırtını sıcak tutmak, evine aş getirmek, yarınının güvencede olması, oğlunun ve kızının iş bulması. Sonra da hep birlikte ve ne şekilde yaşamımızı sürdüreceğimizle ilgileniyor. O nedenle, yeni hayallerin sunulmasına değil, laik ve demokratik bir Cumhuriyete ihtiyacı var ülkemizin. Geleceğimizin önünü tıkayanlara değil, rasyonel programlarla çağa tutunmayı hedefleyenlere ihtiyacı var. Hiç kimse düne dönmek istemiyor veya yeni hayallere sarılmak istemiyor. Sadece huzurlu bir ülkede, insan onuruyla yaşamak istiyor. Bunu başarabilmek için de eğitimden adalete, dış politikadan seçim sistemine, sağlıktan barınmaya, ulaşımdan güvenliğe kadar mevcut tüm sistemi yeniden elden geçirmek gerekiyor.
İKİ KAMP ARASINDA GİDİP GELME SİYASETİNE DEVAM MI?
Tabii ki, siyasetçiler Cumhuriyetin yeni yüzyılını yönetmeye aday olabilirler. Her ne kadar, iktidar partileri “eskisi senin, yenisi benim” algısı yaratmaya kalksa da, muhalefet partilerinin de geleceği bırakmaya niyetleri yok haliyle. Onlar da yeni yüzyılın nasıl olmasına dair iddialarını sıraladılar elbette. Nitekim anamuhalefet liderinin “Cumhuriyetimizin 100. yaşı, gerçek vatanseverlerin, gerçek demokratların iktidarında kutlanacaktır” ifadesi bunun bir yansımasıydı. Zira herkes farkında ki, seneye yapılacak seçim, nasıl bir sistemi arzuladığımızın da seçimi olacak aslında. Algı yönetimleri de işte bu durumun ziyadesiyle farkında olanlarca yapılıyor zaten. Fakat yapacağımız bu tercihte elbette ki, parlak vitrin unsurları değil, konunun özü ve temel kararlar etkili olacak. Ülkemizin etrafında “lokal sorun” görüntüsü verilen ama çok önemli olan bölgesel konular var. Mesela güney komşularımızın içişlerine karışmamak, toprak bütünlüğüne saygı duymak, mülteci statüsü bile verilmemiş “zorunlu misafirlerimizin” geleceklerinin ne olacağı gibi hususlar çok önemli. Kuzey komşumuzda devam eden savaş da büyük önem taşıyor. Buna taraf mı olacağız, yoksa taraf değil gibi davranacağız? Gıda, enerji, nüfus hareketleri, göçler elbette ki çok önem kazanacak. Bütün bu sorunlar da, istemesek bile bizi doğrudan küresel konulara götürecek. Dünya günümüzde örtülü bir “paylaşım savaşı” yaşıyor ne yazık ki. Eskiden olduğu gibi, paylaşım savaşlarıyla tüm dünyada bir yıkım yaşanmaması için, bu kez vekalet savaşlarıyla yıkımın boyutlarını sınırlandırmaya çalışıyorlar. Kıt kaynaklar için yapılan savaşların, bu kaynakların tümüyle yok edilmesine sebep olması istenmiyor. Ülkelerin, tıpkı geçen yüzyılda olduğu gibi yine iki temel kamp arasında tercih yapmaya zorlandıkları bir süreç yaşanıyor. İktidar veya muhalefette yer alan bizdeki siyasetçilerin de, özellikle bu konuda ne düşündüklerini söylemeleri gerekiyor. İki kamp arasında gidip-gelme siyasetine devam mı, bir tarafı tercihte bulunmak mı, yoksa tarafsız ve bağımsız bir politika mı?
TOPRAĞA, SUYA, HAVAYA SAHİP ÇIKMAK…
Bununla bitmiyor. Gıda konusu da çok önemli. Gıdada kendine yeterlilikten hızla uzaklaşan ülkemizin, tekrar bu dengeyi sağlaması ve hatta gıda ihraç eden bir üretici haline gelmesi gerekiyor. Zira bu anlamdaki nadir şanslı ülkelerden birisiyiz hala. Fakat bunun yolu toprağa, suya ve havaya sahip çıkmaktan geçiyor. Gözetilmesi gereken nokta burası, tarımsal üretimi sağlıklı kılmak, bu üç unsuru korumakla mümkün. Enerji konusu da çok önemli elbette. Daima yoğun enerji ithalatçısı ülke olmanın bedelini ödemek zorunda kalmak, elbette sürdürülebilir bir yöntem değil. Enerji geçiş ülkesi haline gelmek suretiyle, maliyetleri bir parça azaltmak belki mümkün ama enerji bağımlılığının, belimizi doğrultmamızı daha yüzyıllarca engellemesine de bir çare bulmak zorundayız. Bunun yolu da belli aslında, güneş, rüzgar, termal su gibi sürdürülebilir kaynaklara yönelmemiz gerekiyor. Kamu adına yapılan yatırımların, nükleer gibi zapt edilemez ve sorunlu enerji kaynaklarına, üstelik kölelik sözleşmesi benzeri anlaşmalarla yönelmesi yerine, sürdürülebilir ve doğal enerjiye dönmek gerekiyor. Siyasetçilerin bu anlamdaki politikalarını da duymak istiyor kamuoyu. Ayrıca sadece “kalkınma” söylemleri sıralamakla da olmuyor. Sınai yatırımlar hangi sektörlerde ve hangi hammaddelerle çalışmak üzere yönlendirilecek, hedef ne olacak gibi konulara da açıklık getirmeleri gerekiyor. Kendi madenlerimiz nasıl çalıştırılacak, madenlerin ve enerji yatırımlarının varlığı, tarıma karşı ayrıcalıklı kılınmaya devam mı edilecek? Bunları da anlatmaları gerekiyor.
İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ POLİTİKALARI NASIL OLACAK?
İklim değişikliğine dair politikalarının nasıl olacağını da açıklamaları gerekiyor siyasetçilerin. 1972’de Stockholm’de yapılan Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı’nda “insan onuruna yakışır ve sağlıklı bir yaşam sürebilmek için belli standartlarda bir çevreye sahip olmanın temel bir hak olduğu” dile getirileli tam yarım yüzyıl geçti ama hala bir sonuç alınamadı. Bu hafta 6 Kasım’da ise, Mısır’da başlayacak olan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCC) 27’inci Taraflar Konferansı (COP27), 18 Kasım’a kadar sürecek. Burada ağırlıklı gündem, geçen konferanstan bu yana alınan karaların sadece lafta kalması ve her ülkenin “gemisini kurtaran kaptan” mantığıyla davranması olacak. Elbette “pandemi süreci” bahane edilecek ama özellikle iklim krizinden sorumlu olmayan yoksul ülkelerin, gezegeni kirleten gelişmiş ülkelerden “iklim tazminatı” talep etmelerindeki haklılıkları mutlaka görüşülecek. Zira önceki konferansta dile getirilmiş olan “iklim finansmanı” konusunda da hiç ilerleme olmadı, iklim adaleti dikkate alınmadı. Ayrıca tıpkı bazı ülkeler gibi, bazı çokuluslu şirketler de mevcut durumu “yumuşatma” veya “sulandırma” derdine düştüler. Bu çerçeveden bakınca, hem şu anda ülkemizi yöneten ve hem de yarın yönetmeye aday olan tüm siyasetçilerin, tercihlerini duymak lazım. Ülkemizin gıda, enerji ve yatırım kararlarının hangi yönde olması gerektiğini söylemeden, siyasetçilerimizin gelecek yüzyıla aday olmaları mümkün bile değil. Bakalım kendilerinden bu yönde elle tutulur bir şeyler duyabilecek miyiz?