Hilmi DUYAR /POLİTİKA/ Tarih geçmişten günümüze ülkeleri, toplumları, savaşları, anlaşmaları yıkımları anlatır, eski yaşanmışlıkları belgelerle günümüze aktarır. “Edebiyatın tanıklığı” denildiğinde insan biraz garipsiyor. Edebiyatın tanıklık yapacağına biraz da şaşkınlıkla bakıyor. Ünlü Yazar Bilsen Başaran Balıkesir’deki söyleşisinde edebiyatın tanıklığını bize en güzel örnekleriyle kanıtlıyor. İnsan hakları havarisi kesilen devletlerin yıllar önce yaptığı katliamların yazın yapıtlarıyla ortaya çıktığını vurguluyor. Yenisch çingenelerine, Yahudilere, Latin Amerika halklarına, Afrika halklarına yapılan zulümleri, yazarların yapıtlarıyla bütün dünyaya duyurduğunu açıklıyor. Joseph Conrad, Primo Levi, Mariella Mehr, Moris Farhi, Hannah Arendt, Pablo Neruda, Gabriel Garcia Marquez ve daha pek çok yazarın eserleriyle, zulümleri dünyanın gözleri önüne serdiğini, edebiyatın tanıklığının en güzel örnekleri olduğunu söylüyor. Bilsen Başaran “Mazlumların çığlığı için edebiyat gereklidir” derken, Edebiyatın tanıklığını politika okurları için aşağıdaki satırlarda anlatıyor
Bir Kızılderili atasözü der ki; “Hayvanlar yelelerinden yularlarından yakalanır, insanlar dilinden”
Tanık olmak ile edebiyat sözcüğü birbirini nerede bulur? Nerede kesişir yolları? Örneklerle anlatmaya gayret edeceğim. Edebiyatçılara mikrofon verildiği zaman bütün ruhlarını akıttıktan, kitaplarındaki sesi yansıttıktan sonra okurlarının yankısını duymak ister. Bu da onların hakkıdır. Çünkü kitap kolay oluşmuyor. Edebiyatın tanıklığı da bir orman gibidir. İçine neresinden girerseniz girin kulaç atabileceğiniz çok geniş bir ummandır. Tanık sözcüğü, edebiyatın dışında düşünürsek, bir olayı, bir eylemi gözlemleyen, gören, anlatabilen, onu sorgulayabilen varlık, kişi anlamındadır. Hukukta şahit ve eş anlamlısı tanık sözcükleriyle ifadesini bulur. Hukuk belli normları, sınırları olan, kusuru kabul etmeyen, kusursuzluktan örgütlenen, kusur işleyeni yargılayan bir daldır. Edebiyat, içinde kusurun at koşturduğu, kusurdan beslenen, kusuru büyüten, kusuru akıl dışında gelişmelerle çoğaltan bir daldır. Hukuk ile taban tabana zıttır. O zaman edebiyat nasıl hukuk içindeki tanıklığını gerçekleştirecek? Ya da nasıl tanıklık edecek? Görüyoruz ki edebiyat hayatın kendisi, edebiyat hayatın dili, insanın hayatı, dolayısıyla birbirine köprü kuran bu edebiyat, insan, hayat, söz, sözcük armonisi, bir bakıma edebiyatın tanıklığını da besleyen çok önemli olgulardır. Toplumlar Göbeklitepe’nin keşfinden sonra, belki çok daha öncesi de var ama milyonlarca yıl öncesine gidiyor. İnsan yaratıldığından günümüze kadar, edebiyatın bütün alanlarında, öyküler, destanlar, şiirler, denemeler, biyografiler, otobiyografiler, artık sınırsız anlatım biçimi var. Herkes kendi edebiyatını yaratabilir. Dilin ve sözcüğün böyle ilginç bir özgürlüğü var. Dili ve sözcüğü bir Kızılderili atasözüyle açıklamak istersek, “Hayvanlar, boynuzlarından, yularlarından, yelelerinden yakalanırlar. İnsanlar dilinden.” Dendiğine tanık oluyoruz. Kullandığımız sözcük hepimizin karakterini ele veren, varlığını ele veren, edebini ele veren, kişiliğini şekillendiren, geliştiren, dizgedir. Onun için söz, sözcük bir insanı yapılandıran, değiştiren, dönüştüren bir anlama sahiptir. Mezopotamya’nın ünlü yazarlarından Mehmed Uzun, olayları dengbejlerin ağzından anlatır. Bu, hem toplumsal yapıyı, hem oradaki politik dünyayı, hem de insanların duygularını dengbejlerin ağzından bir başkasına aktarırken kendi rengini de barındırır Mezopotamya toprakları. Dicle’nin sürgünlerinde Dengbej Biro’nun ağzından şöyle diyor; “Bedene ve ruha sürülen en güzel merhem sözdür.” Diyeceksin ki, ey zırdeli, ey eksik akıllı, bu kadar zulmün yanında sözün ne hükmü olabilir ki? Ama söz o kadar hükümlüdür ki; Mehmed Uzun bu noktada belki o coğrafyanın acısını anlatmak ister. Sözün hükmü bütün dünyada çok baskındır. Çünkü edebiyat bir söz ormanıdır. Söz, benim Sözün izi kitabımda dediğim gibi yanardağın ağzına bir kapak gibi konar. Yanardağın patlamasını engeller
İnsan hakları savunucusu kesilen devletler yıllar önce büyük katliamlar yapmışlar.
Joseph Conrad bir istimbot kaptanıdır. Amazon Nehri’nde yol alırken, yerli halkın bastırıldığı o kurtarılmış topraklar üstüne kurulan karakollara ilaç, barut, silah ve gıda maddesi bırakmak üzere görevlidir. Joseph Conrad gördüğü manzaralar karşısında dehşete kapılır. Yerlilerin kesilmiş kafataslarından haliyle duvarlar örülen ve onların saldığı dehşetle yerlilerin yaklaşmasını engelleme azmiyle yapılan karakollar. O insanların idam sehpalarında onlarca cesedi, yollarda, nehirde cesetler. İstimbot çarkının insan cesediyle artık dönemez olduğu bir dönem. Dolayısıyla bu vicdanını kanatıyor. İstifa edip İngiltere’ye dönüyor ve bir kitap yazıyor. Karanlığın Yüreği. İşte edebiyatın tanıklığı budur. Bunu okuyan insanlar bugün bütün dünyada insan haklarının en büyük savunucusu olan bu uluslara o dönemde yaptıkları kıyım ve katliamlardan ötürü en doğru dersi bu tanık kitaplarla veriyorlar.
Yenisch Çingenelerinin çocuklarına soylarını unutturmak için elektro şok uygulanmış
Bir başka olay, benim Zaman Sussa da kitabımda genişçe sözünü ettiğim, Yenisch çingeneleridir. Edebiyatın tanıklığının bir başka örneği de budur. Belki adını hiç duymadınız. Bizim çingenelerimiz var. Romanlarımız var. İzmir bu konuda güller döken bir kent. Her adım başında, şıpıdık terlikleriyle gül satan çingenelerimiz var. Onlar hayatın gerçekten damarlarımıza kan pompalayan en gülen yüzleri. Fakat bütün dünyada, bütün topraklarda bu böyle değil. İsviçre gibi dünyanın en önemli insan hakları savunucu ülkelerden birinde, 1826 yılında başlayan, çingenelerin beyinlerinin küçük olduğuna, ırklarının işe razı olduğuna hükmeden bir kralın ifadesiyle, bu insanların hiçbir kurala uymaksızın, yargılanmaksızın görüldükleri yerde katledilebilme yetkisi verilmiş ve bu insanlar dağlara, mağaralara kaçmışlar. Bu insanlar çok yakın bir tarihe, 1972 yılına dek Avrupa’nın göbeğinde yok edilmişler. Nasıl olmuş bu? İsviçre’nin kapıları modern dünyaya açılınca, aynı bizim Çocuk Esirgeme Kurumu gibi yerler oluşturmuşlar. Yenisch Çingenelerinin çocuklarını ya doğar doğmaz ana memesinden koparmışlar, ya da 3-5 yaşlarındaki bebekleri, çocukları, onların kavimsel göçleri arasındaki hareket alanlarından toplayarak, elektroşokla ailelerini unutturarak Gökkuşağı çocukları ve Yoldaki çocuklar operasyonu diye gayet süslü formlar, belgeler, yasalar oluşturmuşlar. Çocuklara uygulanan elektroşoklar, tecavüzler, işkenceler sonrasında bu insanlar, bu çocuklar soylarını unutuyorlar ve de unutmak zorunda bırakılıyordu. Yenisch çingenelerinden birisi olan, Kinder der Landstrasse programı ile ailesinden koparılan ve kurumlarda ve koruyucu ebeveynler tarafından büyütülen Mariella Mehr, Steinzeit (Taş devri) diye bir kitap yazıp hayatını anlatıyor. Diyor ki; “Kırk yaşında yazdım bu kitabı ve kırk yaşına gelinceye kadar beni anamdan, ailemden koparttılar. Benim de mememden çocuğumu kopardılar. Ve beni elektroşoklarla ailemi unutmaya zorladılar. Unutmadım. Her şey flu. Çünkü elektroşok dalgaları Beynimde harabiyet yaptı. Ama ben bunları yazabilmek için sadece yazabilmek, yaşayabilmek için bu zulümlere direndim.”
Türk asıllı yazar Moris Farhi, Yerisch çingenelerinin gördüğü zulmünü ortaya seriyor
Edebiyatın tanıklığının bir başka örneğini de Türk ve Yahudi asıllı İngiliz yazar Moris Farhi, Children of the rainbow (Gökkuşağının Çocukları) kitabında veriyor. Yenisch Çingenelerinin yaşamını 2’inci Dünya Savaşı sonrasındaki kamplardan başlayarak gördükleri zulmü, zulmün bir devlet politikası olduğunu, anlatıyor. Kim çıkarıyor bunu ortaya? Medeni dünya değil, Avrupa değil, insan hakları örgütleri değil, bir tarihçi, vicdanını alkışlayacağımız bir tarihçi ortaya çıkarıyor. Otobüste yolculuk sırasında yanında oturan bir delikanlının son derece içinin kapanık, sürekli pencereden dışarıya bakan bir tek kelime söylemeyen, konuşmayan, yanındaki insanlarla ilgisi kopuk bir genç olduğunu fark ediyor. O çocuğu hayatın içine çekmek için. Çocuğun adı Branko’dur. Branko, Yenisch çingenelerinden, elektroşoka uğratılmış bir delikanlıdır. Yaşam öyküsünü duyduğunda donup kalıyor ve bu olayı araştırmayı bir görev, bir vicdani sorumluluk sayarak İsviçre tarihini inceliyor. 1826 yılına dek araştırmasını sürdürüp, olayı dünyaya duyuruyor, İnsan Hakları Mahkemelerine götürüyor. 1972 yılında İsviçre hükümeti Yenisch çingenelerinden özür dileyerek bir miktar tazminat ödemek zorunda kalıyor. Ne yazık ki onların yüreğindeki, bedenlerindeki acıyı silebilme şansı yok. İşte edebiyatın tanıklığı budur. Mariella Mehr’in ve Moris Farhi’nin yazdığı olaylar, edebiyatın bütün dünyaya bir çığlık olarak duyurduğu tanıklık belgeleridir.
Barışı örgütleyebilseydik dünya kül değil, gül cenneti olurdu
Bu olgulardan yola çıkarak dünyaya baktığımızda, kan gövdeyi götürüyor. Hala yakın tarihimizde büyük olaylar yaşıyoruz. Gazze’nin dramını bütün dünya görüyor. Mutlaka bir gün bu olayları da biri yazacak. Benim, Filistin’e dair onlarca şiirim var. Bir şiirimin en son dizesinde dedim ki. “Ah analar biz mi doğurduk bu insanları?” Maalesef biz doğurduk ve biz yetiştirdik. Savaş yerine barışı örgütleyebilseydik, dünya Kül değil, gül cenneti olurdu. Edebiyat aynı zamanda külü güle çevirme bahçesidir. Edebiyatın tanıklığı dediğimiz zaman hep acılardan yola çıkarak edebiyatın tanıklığını bağıran kitapların hep bu kıyım, katliamlardan büyük savaşlardan, toplama kamplarından söz ettiğini gördüğümüz için bugün böyle karamsar bir tablo çizmek zorunda kalıyorum. Bilincinizin nasıl zirvede olduğunu da bilerek hoşgörünüze de sığınıp bu çizgide gitmek istiyorum. Çünkü güzel anlatıları olan kitapları eğlenceli günlerimizde okuyoruz ama insani sorumluluğumuz, evrensel kimliğimiz, insan olma erdemi, bize edebiyatın tanıklık eden kitaplarını okumayı emrediyor. Bizim topraklarımızda da var. Ahmet Arif‘in 33 kurşun şiiri. Sevgi Soysal‘ın Yıldırım Kadınlar Bölge Koğuşu kitabı, kadına işkenceyi ve cinsel saldırıları içerir. İnci Aral’ın Kıran Resimleri, benim, 19 Aralık 1978 Maraş’ta Kan Sesleri ve Maraş’tan bir haber geldi kitaplarım, Maraş katliamını anlatır. Çok yakın tarihimizde, radikal dinci örgütlerin Suriye’nin kuzeyindeki Ezidi köylerinde yaptıkları kıyım, katliam ve kadınları kaçırıp, köle pazarlarında 12-15 dolara sattıklarını televizyonlarda izlediniz. Bir vicdan ve adalet duygusundan kaynaklanan anlatılar bunlar.
“Hakim olduğum basın piyanonun tuşları gibidir. İstediğim tuştan istediğim sesi çıkarırlar”
Dünyanın allak bullak oluşunda en büyük etken, darbeler ve dünya paylaşım savaşlarıdır. Kavimlerin tehcirleri, yazarların sürgünleri, kavimlerin sürgünleri, uygarlık el değiştirirken yapılan büyük yıkımlar, uygarlıkların yıkılıp yok edilmeleri ama dünya belki de en büyük acıyı, 2’inci Dünya Savaşı sırasındaki toplama kamplarında yaşadı. Toplama kamplarında yaşananlar Nürnberg Askeri Mahkemelerinde ortaya döküldü. O güne gelesiye, Almanların, Nazi subaylarının felsefesi şuydu. Bütün toplama kamplarında şunu söylüyorlardı; “Biz size sözcüklerle anlatılamayacak boyutta zulüm yaşatacağız ve hepinizi yok edeceğiz. Sizinle beraber belgeler de yok edilecek. Kurtulamazsınız ama ola ki aranızdan 1-2 kişi şans eseri kurtulursa, dünyaya bizim yaptıklarımızı anlattığımızda bütün dünya size gülecek. Deli muamelesi yapacak. Hiçbir muhakeme sizin tanıklığınızı kabullenmeyecek. Çünkü biz bütün dünyaya hükmettiğimiz savaşı kendi yararımıza bitireceğiz. Ve bütün dünya Nazi hükmüne girecek. Faşizmin hükmüne girecek. Ve hiç kimse bize hesap soramayacak.” Bu söylemler 3 aşağı 5 yukarı aynı kalıplarla Nürnberg mahkeme tutanaklarında var. Hitlerin iletişim bakanının söylediği gibi, “Benim hakim olduğum basın bir piyanonun tuşları gibidir. Benim istediğim tuşa basarak, istediğim sesi çıkarırlar.” İşte o medyanın insanlığı kör ettiği bir savaş savunusundan sonrasında bu cesareti gösterebiliyorlar. Moskova önlerinde Alman orduları yenilirken, Alman basını bütün dünyaya hükmeden bir savaştan, bir zaferden, bir yenilmezlikten söz ediyor. Alman halkının gözünü boyamakla meşguller. Onların bastıkları tuşlardan çıkan ses sonrasında, dünyaya kapalı bir bilinçle Alman halkı bugün o utancı hala yaşıyor.
“Biz Naziler tarafından katledilmedik. Bizi ırkdaşlarımız, dindaşlarımız hayatta kalabilmek için katletti. “
Moskova’dan gelen Sovyet askerlerinin zaferiyle, Auschwitz kampından kurtarılan tutuklular içerisinde Primo Levi de var. Boğulanlar kurtulanlar, Bunlar da mı insan, Periyodik tablo adlı 3 anlatı kitabıyla, edebiyatın bütün koşullarını zorlayarak, eserler veriyor. 9 yıllık esirliği döneminde Avrupa’daki bütün kampları aşağı yukarı geziyor. Kitaplarında kendine yapılan zulmü anlatıyor. Anlatmanın verdiği büyük yıkımla yüzleşiyor. Kurtarıldığı halde intihar ederek yaşamına son veriyor. Primo Levi bir kimyager ve ona ihtiyaç duyulduğu için katledilmiyor. Primo Levi, “Bütün dünyaya acısıyla nam salmış Auschwitz kapında biz 8 bin tutukluyduk. Bize komuta eden SS subayları 8 kişiydi. Biz onları tükürüğümüzle boğarak, bağımsızlığımıza, özgürlüğümüze kaçabilirdik. Peki, nedendi bu aymazlığımız? Nedeni, bizim düşmüşlüğümüz, teslimiyetimiz? Çünkü bir dilim ekmek, bir kepçe fazla çorba alabilmek adına SS subaylarına, Nazizm’e, Führer’e hizmet veren Yahudiler vardı. Bunlara Kapo deniliyor. Kapolar gelen insanlara, Yahudilere zulmü reva görüyorlardı. kimyasal deneyler sırasında bizim bedenlerimizin nasıl titreyerek öldüğünü, verilen zehrin kaç saatte organizmamızda tahrifata neden olduğunu saptayan periyodik tabloların, kimya maddelerinin üstünde çalışan daha bilinçli Yahudiler vardı. Biz, Almanlar, Naziler, faşistler tarafından katledilmedik bu kamplarda. Bu kamplarda bizim kendi ırktaşımız, dindaşlarımız, inanç kardeşlerimiz bize bu zulmü yaşattılar. Sırf ayakta ve hayatta kalabilmek adına” diyor. Bütün bu yaşananlara biz edebiyat sayesinde tanıklık edebiliyoruz. Nurnberg mahkemelerinin 1 numaralı tanığı Primo Levi idi. Çünkü o kadar çok insan katledilmiş ve o kadar çok az insan kurtarılmıştı. felsefeyle ilgilenenler, Primo Levi’nin en yakın arkadaşı Hannah Arendt günümüzün de en önemli psikolog ve felsefecilerinden birisiydi. Dünyada en önemli sosyal psikoloji ve felsefi kuramını Primo Levi’nin yaşadıkları üstüne kurguladı. Nurnberg mahkemelerinde izlediği Nazi subaylarının duruşlarından yola çıkarak kötülüğün sıradanlığı üstüne hem edebiyata hem felsefeye çığır açacak eserler bıraktı. Hannah Arendt, ömrünün 2 yılını toplama kampında geçiren bir kadın. İtalyan faşistler tarafından yakalanarak teslim ediliyorlar SS’lere. Bir süre sonra Hannah kaçmayı başarıyor. Bir gemiyle Amerika’ya gitmeyi başarıyor. Dış dünyadan, Avrupa’daki dünya paylaşım savaşının tamamını bilimsel bakış açısı ile gözlemleyebiliyor. Geliştirdiği teorinin adı kötülüğün sıradanlığı ve ana cümlesi şu; “Sıradan insanların sıradan insanlara sıra dışı zulümler yapması eylemidir.” Sıradan insanların, sıradan insanlara, sıra dışı, akla alınamayacak, dile sığmayan, sözcüklerle anlatılamayacak zulümler örgütlemesinin adı Kötülüğün sıradanlığıdır. Bu felsefi gelişmeyi de dünyada tek savunan odur. Çünkü Nurnberg Mahkemelerinde yargılanan SS subayları hakimler sorduğunda, “Neden insanları sıraya dizip ziyan olmasın diye tek kurşunla kalbinden vurup katlettiniz? Bu nasıl bir vicdan?” İnsanları, küçücük çocukları, annelerini ayrı gaz odalarında öldürüyorlar. İnsanlar yıkanacağını zannediyor. Yollarda perişan edilmişler. Korku, vahşet, dehşet içindeyken, bir sıcak suyla buluşma sevinci içindeyken zehirli gazlarla öldürülüyorlar. Üst üste atılmış cesetler. Binlerce, milyonlarca insan ve birbirlerinin cesetlerini yiyecek kadar aç bırakılmış insanlar. “Bu zulmü nasıl yaşattınız bu insanlara?” diye soruyor yargıçlar. Subaylar tek bir ortak cümle söylüyor. Belki de Nazizm’in öğrettiği bir cümle. Diyorlar ki, “Biz devletimizin bize verdiği görevi yaptık.” İşte sıradanlaştırma bu. Zaman sussa da adlı kitabımın bir bölümünde şunu anlatıyorum. Zulmüyle meşhur Sachsenhausen toplama kampının komutanı bir SS general şiir yazıyor ve İncil okuyor. Öğlen saatlerinde çadırının hemen yanındaki ormana kuş seslerini dinlemek üzere, 2 çocuğu ile çiçekleri izlemek için gidiyor. Yaprak hışırtılarını, su şırıltılarını dinliyor. Şiirini besleyecek her türlü kaynağı değerlendiriyor. Yani insanlaşıyor, insanlığını kaybetmediğini anlatmak istiyor. Fakat tel örgülerden içeriye girdikten sonra maalesef korkunç bir canavara dönüşüyor. Nasıl katledebilirim? İnsanları daha vahşi, daha kanlı nasıl öldürebilirim? Başka yerlere SS’lere nasıl bildirip denenmesini sağlayabilirim düşüncesinde. Hatta o zulmün isim babası olabilirim düşüncesiyle zulüm üreten bir ortamı var ve bu bir şair. Primo Levi intihar ettikten sonra, Nurnberg mahkemelerinden de evraklar ortaya döküldüğünde şunu görüyoruz. Nazizm’in bitişiyle beraber dünyada insanlaşmaya doğru bir yöneliş, bir susma, Paks Romana devri gibi çok kısa bir barış dönemi yaşanıyor. Bu aşamada da yine sürgünler, yine yazarların tutuklanmaları ve kitap yakma eylemleri oluyor. Tarihe dönüp baktığınız zaman, İskenderiye’den öncesinde Sümerler’den, onun öncesinde Anadolu’da Hititler döneminde de kitabelerin kırıldığı, Balbal adı verilen Türkmen boylarındaki mezarların bir şeyler anlatmasından endişe edilip parçalandığını, papirüslerin yakıldığını, Bergama kitaplığının, İskenderiye kitaplığının ateşe verildiğini, bütün gelen güçlü kavimlerin, güçlü orduların, önce kütüphaneleri yaktığını görüyoruz. Kitaba bu düşmanlık neden? Çünkü her zaman erk, kendi resmi tarihinin zulmünü halı altına süpürmek ister, bilinmesini istemez. Vakanüvisler sayesinde kendisine bir tarih kültü ve tarih kültürü yaratır. Bizim edebiyatımızın, yazarlarımızın, şairlerimizin, düşünürlerimizin yapması gereken asıl vicdani sorumluluk ve eylem, o halıların altına süpürülen gerçek tarihi ortaya çıkarmaktır. Nerededir bu gerçek? Halkın dilindedir. Halkın dilinde destanla, şiirle, şarkıyla, ağıtla, anlatılarla, dengbejlerin, meddahların diliyle, folklor kültürüyle, gelenek göreneklerden süzülenlerle alınıp, edebiyatın içerisinde, bir estetik noktaya taşınarak, daha üst bir dil yaratılmasıyla, bir kültür yaratılmasıyla bezenip, edebiyatın belli normlarıyla süslenerek yerleştirildiğinde, o erk, o iktidar, o yetke dilini kesmek zorunda kalıyor.
Mazlumların çığlığı için Edebiyat gereklidir
Kıyım ve katliamıma uğrayan Esma Suna’nın karnında öldürülen 8,5 aylık bebeğin yargıç karşısında metaforik savunmasını yazdım. Yargıç adını soruyor, anne karnında öldürülen bebeğe. O da diyor ki, “Ben adamı bilmem. Adım yok benim. Çünkü ben anamın karnında katledildim.” Bu çocukların. Kızılderililerin, Afrika’da köleleştirilen, gemi ambarlarında uygar dünyaya taşınan bütün mazlum insanların, mazlumların, mağdurların, sesi duyulmayanların sesi olmak için edebiyatın çığlığı gereklidir. Okuyan bilinçli insanların bunu dilden dile, kuşaktan kuşağa anlatması çok değerlidir. Burada devreye bellek giriyor. Bellek hepimizin geleceğe bırakması gereken dinamitidir, bombasıdır. Toplumların belleğini edebiyat örer, söz örer. Dolayısıyla bellekte flulaştırılan, unutturulmak istenen, üstü çizilen, duyulması istenmeyen, iktidarın ekmeğine yağ sürülen her şeyi biz belleğimizle, bellekten belleğe, nesilden nesile, çağdan çağa aktararak, zaman sussa da susmayacak bir bellek ile susmayacak bir dille edebiyat ve edebiyatın tanıklığı sayesinde anlatabiliriz. Onun için iktidarlar kitapları yakıyorlar. Ünlü Alman Şairi Heinrich Heine 1826’da elbette Hitler’in kitap yakıp yakmama eylemlerinden çok uzakta, habersiz, skolastik dönemde Almansor adlı yapıtında diyor ki; “Kitapların yakıldığı yerde sonunda insanlar da yakılacaktır.” Bu sözün yeryüzünde ya da bu zamanda bıraktığı etkiyi düşünebiliyor musunuz? Nitekim bin1933’te Berlin’in göbeğinde 25 bin kitap, aydınların, liberallerin, antifaşistlerin, Hitler’e yandaş olmayan felsefecilerin, akademisyenlerin, 25 bin kitabı Berlin’in göbeğinde Opern Platz’da yakıldı. Şimdi orada hukuk fakültesi var ve hukuk fakültesinin basamakları o kitap yakılan noktaya iniyor ve orada büyük bir pirinç plaka var, üzerinde, “10 Mayıs 1933 günü bu noktada 25 bin kitap yakılarak yok edildi. Hitler yandaşları tarafından, Naziler tarafından yakılarak yok edildi.” O yazının altında da Heinrich Heine’nin, “Bir yerde kitaplar yakılıyorsa orada bir gün mutlaka insanlarda yakılacaktır.” Sözü yer alıyor. Çok karamsar olmayalım. Dünya elbette bu zulümleri bir taraftan örüyor ama bir taraftan da umudu örüyor. Bir taraftan da insanlık kendi erdemini, kendi etik değerlerini üretmeyi sürdürüyor.
Kurtuluş Savaşı’nın başlatıldığı, Özgürlük ateşinin yakıldığı Sivas’ta aydınlarımızı yaktılar
Olağanüstü evrensel değerlerin beraberinde, vahşette, vahşilikle birlikte yol alıyor. 1993’te Sivas’ta, kentin göbeğinde, kurtuluş savaşının, özgürlük mücadelemizin başlatıldığı, özgürlük meşalesinin yakıldığı o güzel kentte aydınlarımızı, yazarlarımızı yakarak yok ettiler. Burada en büyük slogan kitabıma kapak olan, “Yak, yak, yak.” Madımak Otelinin içinde, çocuklarımız, semah gruplarının yavruları, aydınlarımız yakıldı ve arkasından tek bir şeye sığınıldı; “Allahuekber” Yani Allah’ın isteğiyle ve onun izniyle dünyanın hemen her tarafında insan yakılabiliyor, insanlar yok edilebiliyor. Bunu, bizi yaratan o güzel duygunun, o güzel inancın, o güzel tanrının, bu doğayı yaratan, Spinoza’nın dediği gibi, mutluluğu, sevgiyi, doğayı yaratan o güzel tanrının, insanları yakabileceğine izin verdiğini de anlatmaya ve savunmaya çalışıyorlar. Karşısında duracağımız, edebiyatın tanıklığına çağırabileceğimiz edebiyatı, bu tür vahşi toplulukların gözüne sokabileceğimiz en değerli mızrağımız olarak görüyoruz. Onun için yetkililer kitap yakıyor dedik. Bu konuda, Ray Bradbury’nin, Fahrenheit 451 adlı kitabı mutlaka okunması gereken, hepimizi insanlığa, düşünmeye davet eden bir kitap. Ray Bradbury şunu anlatıyor. Guy Montag diye bir itfaiye eri var. Öyle bir dünyaya gelmişiz ki, kitaplar yakılıp yok ediliyor. Gizlice kitap okuyan ve kitap bulunduran evler de o ülkenin yasalarınca yakılıyor. İnsanlar ateşten kurtulabilmek için ormana kaçıyorlar. Ormanda her ağaç bir klasik eser ve her yaprağını kitabın yaprağı olarak düşünerek ezberliyorlar. Her kişi sırtını verdiği, dayadığı ağacın eserini ezberliyor ve birbirlerine anlatarak kitapları ve yazarlarını ölümsüz kılıyorlar. Aslında edebiyatı ve hayatı ölümsüz kılmak mücadelesidir. Montag bir parkta, 14-15 yaşlarında bir kız çocuğuyla tanışıyor. Çocuk Montag’ın kitap yakıcı itfaiye eri olduğunu bilmeden sohbet sırasında kitap okumayı çok sevdiğinden söz ediyor. İtfaiye eri kitapta ne olduğunu sorduğunda, kız kitabın içinde hayat olduğunu söylüyor, “Siz daha kitapla tanışmadınız mı?” diyor. Bu Morgan’ı çok şaşırtıyor ve “Biz her gün kitap yakıyoruz. İçinde kitap olan evleri de, kitap okuyan insanlara da yakıyoruz” diyor. Distopik bir eser olduğu için bu cümleler hepimize tuhaf gelebilir ama gerçek bu. Morgan düşünüp bakıyor ki bu durum içinde yaşadığı topluma, mesleğine, karısına, çocuklarına, yaşadığı koşullara ters. Beyninde kurgulanmış olaylara ters bir hayatın içinde. İlk yaktıkları evden bir kitap çalıyor ve montunun içine saklıyor. Sonra bir kuytuya çekilip bir yaprak okuyor, iki yaprak okuyor, üç yaprak okuyor. Bakıyor ki kitapta bir başka büyülü hayat var. Fahrenheit 451 bu şekilde yol alan bir kitap.
Dünyada büyük darbelerle, büyük acılarla sınanan bölgelerden birisi de Latin Amerika’dır. Latin Amerika ülkelerinin bence en coşkulu kitaplarını, en ele avuca sığmaz kitaplarını Eduardo Galeano yazıyor. Uruguay’ın, Şili’nin, Peru’nun o bölgenin yazarlarının ortak ülküsü, ezilen halkların, kıyım ve katliama, darbeler sonucunda yıkılıp yakılmış olan halkların, varlıklarının, zenginlik kaynaklarının, talan edilen ülkelerinin, varlığını dünyaya duyurma amacıyla yazmaktır. Gabriel Garcia Marquez, Yüzyıllık yalnızlık kitabında, babaannesinin anılarını yazar. Hepimizin neneleri, dedeleri, ataları en iyi, en doğru anlatıcıdır. Bu anlatıları değerli kılan, hiçbir şey okumadıkları için belleklerinin temiz ve net oluşudur. Marquez‘in babaannesinin anlatısında, muz plantasyonları var ve binlerce köle çalıştırılıyor. Geceleri serin olduğu için muz kesimi gece yapılıyor. Bir gece, insanlar haklarını aramak için ayaklanıyorlar. Toprak sahipleri tarafından, İspanyol askerleri tarafından o gece 5 bin kişi katlediliyor. Fakat sabahleyin plantasyonlara gelen diğer işçiler bir damla kan göremiyorlar. 5 bin kişi bir ruh gibi uçmuş, izleri bile yok. Gece çalışmaya gelmişler ama sabah yoklar. Babaanne Marquez’e şunu anlatıyor: “O gece, okyanustaki gemilere, sallarla ceset taşındı. Gemiler ışıklarını çevirdiler ve oradan giden sallarla taşınan binlerce ceset okyanusa bırakıldı. Sonra, gece köleler getiriliyor, muz plantasyonları temizletiliyor, temizlik yapanlara da yaşananlardan bir tek sözcük bile etmemeleri için uyarıda bulunuluyor, kimse bilmeyecek” deniliyor. Fakat babaannenin belleğindeki bu kıyım ve katliamı hiç kimse yok edemiyor. Yıllar, asırlar sonrası, Yüzyıllık Yalnızlık Romanında bunları anlatarak Uruguay’ın, Paraguay’ın, Kolombiya’nın. Peru’nun, Şili’nin ortak tarihindeki o büyük acıları bağırıyor. Yine Eduardo Galeano, Latin Amerika’nın kesik damarları kitabında anlatıyor bütün bunları. Pablo Neruda yazarlara yönelik kıyım ve katliamları Lorca‘dan başlatarak anlatıyor. O gece kuşuna dizilmiş diyor. Benim şiirim o gece yön değiştirdi. O gece damarıma bir kan yürüdü diyor. Zehirle beraber bir kan yürüdü ve o gece şiirimin yönü değişti. Ondan sonra yüzümü bütün insanlığa çevirdim. Aşkla beraber bütün dünyadaki acıların, bütün kavimlerin yaşadıklarının dünyaya anlatılmasını, kavimlere, çağlara anlatılmasını, bir görev, bir borç bildim diyor. Bizim tarihimizde de bu tür olaylar var. Ahmet Arif’in, 33 kurşunu, Nazım Hikmet‘in Kuvayi Milliye Destanı Kurtuluş Savaşı destanı. Ülkemizin insanını en doğru tahlil eden, en doğru anlatan, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Fakir Baykurt var. Edebiyatın tanıklığının önünün kesilemeyecek bir çığlık olduğunu hepimiz biliyoruz. Bir deniz feneri, bir sis çanıdır edebiyat. Sis çanının sesini duyurmaya çabalayan yazarların dilidir. Onların kitaplaşmış çığlığıdır. O kitaplara ulaşmak elbette kitapsever insanlar sayesindedir. Bir toplumu ayakta tutan, toplumu insanlaştıran ve o toplumdan geleceğe sözler serpen yine o kavimlerin edebiyatlarıdır, folklor dilidir, anlattıklarıdır. Toplumun evrensel bakış açısını şekillendiren, değiştiren, dönüştüren illa ki edebiyattır. Edebiyattan uzak kalmayın. Yazarlardan uzak kalmayın, kitaplardan uzak kalmayın. Soluğunuzu birleştirdiğiniz takdirde, gür bir çığlıkla bütün dünyaya sesimizi duyurabilme şansımız olacak. Elbette edebiyatın tanıklığı ile..