40 yılı aşkın Balıkesir’deyim. Sanırım artık Balıkesirli oldum. Eylül 1980 de Necatibey Eğitim Enstitü Sosyal Bilgiler Bölümüne Coğrafya öğretmeni olarak tayin olduğumdan beri bu şehirde, bu ildeyim. İnebolu’dan gelmiştim. Ayak bastığım andan itibaren bu şehrin havası, sakinliği, mütevazılığı beni sardı. Sonra bolluğu, ucuzluğu, cana yakın insanları…
Görev yapacağım eğitim müessesesinin adını daha önce sitayişkar sözler halinde duymuştum. Türkiye’de isim yapmış bir Öğretmen Okulu; Necatibey. Burada ders verecek olmanın heyecanını ve gururunu, daha evraklarımı götürürken hissediyordum.
12 Eylül ihtilali olmuştu, Okulun müdürlük makamında bir hava binbaşı vardı (Osman Nuri Solakoğlu). Memur Ahmet Altıntaş beni “hoşgeldiniz Hocam” diyerek güler yüzle karşılamıştı ve çok muntazam, temiz ve düzenli bu okulun İç Hizmetler Şefi Mustafa Altıntaş da ilk tanıdığım kişilerdi; bende çok iyi intibalar uyandırmıştı. Okul fiziki olarak da mükemmeldi, planlı, rahat, aydınlık ve estetik bir mimarisi olan bir eğitim kurumu.
İşte bu duygularla başladığım görevim sırasında branşımın bir gereği olarak şehri ve İli hep tanımaya öğrenmeye çalıştım. Coğrafyasını, tarihini, kültürünü, tarihi eserlerini, ekonomisini insanlarını v.s. Dağlarını, ovalarını, ormanlarını, kavun tarlalarını, zeytinliklerini, buğday ambarlarını, ilçelerini, köylerini hep gezip dolaştım. Şehri de sokak sokak tanımaya çalıştım. Notlar aldım, fotoğraflar çektim. Şehir ve il hakkında yazılmış çalışmaları okudum. Kendim de ilin coğrafyası hakkında bazı makaleler yazdım 2007 den itibaren de dört kişilik bir ekip halinde 2022 yılına değin bilhassa zeytinle ve ekolojiyle ilgili çalışmalar yaptık. Böylece il ve şehir hakkında azımsanmayacak bir bilgi birikimi oluştu.
Geldiğimin ilk yıllarında şehrin çevresini tanımak istiyordum. Bir gün şehir otobüsüyle en uzak durağa gittim. Burası Üçpınar köyü yakınlarıydı. Güzel bir Mayıs günü başladım yürümeye. Köyün içinden geçerek Değirmenboğazı’na kadar 10 km yürüdüm. Gözlem defterime yol üzerinde tarihi bir çeşmenin varlığını kaydetmiştim. O zamanlar makinem olmadığı için fotoğrafını çekememiştim. Osmanalıca kitabesi vardı. Geçenlerde yolum oraya düştü, baktım kitabesini sökmüşler. Çok üzüldüm. Benim kaydıma göre yapılışı 1809 miladi yılına karşılık geliyordu.
İşte böyle. Bu köşede bu sevimli güzel şehrimiz ve bu nadide ilimiz hakkında ilgi çekici özellikler ve durumlar, zaman içinde ortaya çıkan ve tespit edilen sorunlar ve bunlar hakkındaki görüş ve düşünceler, yazılarımın konusunu teşkil edecek.
****
ŞEHRİ SEVMEK
Yakından tanımadıkça, öğrenmedikçe, yaşadığınız şehri sevmeniz mümkün değildir. Bazı insanlar için evlerinin dışı hiç önemli değildir. Benimsemezler. Onlar için oraları taş, toprak ve beton yığınlarıdır. Evleri temizdir. Hatta konforludur. Bu gibi insanlarda maalesef vatandaşlık bilinci gelişmemiştir veya yoktur.
Maalesef bu durumu bizde köylerde de görmek mümkündür. Bir keresinde yakın köylerden birine gitmiştim. Sokaklarından çamurdan ve sığır pisliklerinden geçilmiyordu. Fakat kimsenin umurunda değildi. “Burası benim köyüm, temiz olmalı, temiz tutmalıyız “ düşüncesi yoktu.
Şehrimizin en büyük ve tarihi camisi ve adeta kalbi olan Zağnos Paşa camii ve avlusu, her zaman hemşehrilerimizle dolar taşar. Bazen bende çınarların altında oturur ve yanıma gelen konuşkan bir hemşehrimle sohbet ederim. Pek çoğu Paşa Cami’nin banisinin kim olduğunu ve yapılış menkıbesini bilir. Fakat yanıbaşındaki türbeyi ziyaret edenler fazla değildir.
Çınarların altı bunaltıcı sıcak havalarda püfür püfür eser. Oturanlar hayatlarından pek memnundur. Burası şehrin en havadar ve en çok rüzgar alan mevkisidir. Her zaman düşünürüm. Ne güzel yere inşa etmişler bu mabedi. Tabii onu sevgi ve saygıyla yad ederim. Hayatını az çok bilmem, yaptıklarından haberdar olmam, onun eseri olan bu mekanda oturup temiz hava almam onu ve onun şehrini sevmem için bana kafi gelir.
Bir şehri sevmenin en güzel örneğini Yahya Kemal’de görmekteyiz. Ortaokulda okurken bir gün Türkçe hocamız “Yahya Kemal İstanbul’u taş taş bilir” demişti. Hiç unutmam.
Zağnos Paşa Camii’nin yakınında Karesi Dedesi yani Karesi Bey’in türbesi. Zaman zaman buraya da gider, ziyaret ederim. İlimizin fatihini sevgi ve saygı ile anar, ona karşı minnet hisleri ile dolarım. Türbesi muhakkak ki eskiden Zağnos Paşa Camii avlusu içinde olmalıdır. Zamanla dışarıda kalmış. Türbe duvarına bitişik çeşmesi, karşıda Balıkesir’in eski fırınlarından, çıkardığı mis gibi kokan nar gibi kızarmış ekmekleri ile Karesi Fırını. Fakat türbenin duvarı dibinde altına iskemle çekmiş dedikodu yapan, gafil hemşehrilerimizi de görür düşünürüm.
Şehrimizin insanları sıcak kanlı, samimi, sevimli canlı, medeni insanlardır. Onları Ali Şuuri Okulu ve Alaca Mescit civarında, Millikuvvetler caddesinde, Şeyh Lütfullah Camii etrafında, şehir içi yeni otobüs terminalinde (toplu taşıma) , buralara neşe ve hareket katarken görmekteyiz. Ne güzel insanlar… Donuk değil, cıvıl cıvıl bir Balıkesir.
Bir gün Kunduracılar çarşısına (Loncasına gittim). Eski bir ayakkabımı tamir ettirecektim. Dükkanın birine girdim. Önünde bir sürü eski ayakkabı olan usta sabırla çalışıyordu. Bir taraftan da transistörlü radyosunu açmış arabesk dinliyordu. Onu nasırlı elleriyle çalışırken seyrettim. El emeği, alın teri ve göz nuru diye düşündüm. İşini bitirince “ne kadar borcumuz” diye sordum. Çok cüzi bir para istedi. Lonca ahlakını günümüze taşıyan tok gözlü bu ustaya hem saygı hem sevgi duydum.
İşte Balıkesir böyle bir şehir. Keçeciler, Debbağlar, Kunduracılar, Yorgancılar vs. Saygıdeğer el sanatkarları. Esnafı, tüccarı, şoförü, memuru v.s. tüm insanlarıyla, caddeleri, sokakları binaları, tarihi ve kültürüyle, havasıyla, suyuyla velhasıl her yönüyle sevilecek bir şehir.