Eğitimci Yazar Öner Yağcı ile ropörtaj: Cezaevi beni yazar yaptı

service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Hilmi DUYAR / POLİTİKA / Öner Yağcı, öğretmen okulu öğrencisiyken Tokat’ta yerel gazetelerde yazmaya başladı. Gazi Eğitim Enstitüsü’nde öğrenim görürken, 1971 yılındaki 12 Mart Muhtırasında Dev-Genç davasından yargılandı, 2 yıl hapis yattıktan sonra tahliye edilince öğrenci affından yararlanıp eğitim enstitüsünden mezun oldu ve öğretmenliğe başladı. Ağrı Taşlıçay’da öğretmenlik yaparken, Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği (TÖB-DER) örgütlenmesinde başrol oynadı. Ağrı, Erzurum ve Kars’ta derneğin şubelerinin açılışı için yoğun tempo harcadı. Kısa sürede. Ankara’da TÖB-DER Genel Merkezi’nde yönetici oldu.

 

 

12 Eylül 1980 ihtilalinde TÖB-DER davasından yargılanıp hapis cezasına çarptırıldı. Kendisi gibi cezaevine giren eşi hapisteyken canına kıydı. Öner Yağcı tüm bu acılara rağmen hapisteyken, kitaplara ve yazdıklarına tutundu. 12 Eylül darbesine kendi kızının gözüyle bakarak yazdığı Kardelen adlı romanıyla 1986 Akademi Kitabevi Roman Başarı Ödülünü  aldı. Daha sonra, Turnalar Romanı ile 1988 Madaralı Roman Ödülüne sahip oldu. 1994 Sabahattin Ali Kültür Günleri Onur Ödülü ile 1995 yılında Truva Kültür Sanat Edebiyat Ödülüne layık görüldü. “Cezaevi beni yazar yaptı” diyen Öner Yağcı, Örgütlenme, toplumu aydınlatma mücadelesini yazdığı kitaplarıyla sürdürüyor. Ömrümün yettiği sürece yazacağını söyleyen yazarın, Nazi Kampları kitabı Dünyada Nazi edebiyatı ile ilgili ilk çalışmalardan biri oldu. Asla unutulmaması gereken bir barbarlığı gözler önüne seren kitap bir ibret öyküsü niteliğinde. Yaşamı şanssızlıklarla dolu olan yazar, şans eseri, Sivas katliamında, yobazların ateşinden kurtuldu.

 

 

Öner Yağcı kimdir?

1951 Tokat Zile doğumluyum. Babam oto tamircisi annem ev hanımıydı. Yozgat Yerköy’de ilkokul ve ortaokulu okudum. Tokat Öğretmen Okulu’na parasız yatılı olarak girdim. 1969’da mezun olduktan sonra aynı yıl Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümüne başladım. 1971 yılında 12 Mart dönemi gelince, 68 kuşağının bir bireyi olarak cezaevi düştü payımıza. 2 yıl kadar Mamak Cezaevi’nde kaldım. Tahliye edildikten sonra af yasasından yararlanıp, 1974’te Gazi Eğitim Enstitüsünü bitirdim ve Ağrı Taşlıçay’a öğretmen olarak gittim. 6 ay öğretmenlik yapabildim. TÖB-DER örgütlenmelerine katıldım. Askerliğim nedeniyle ara verdim, Sarıkamış’ta askerliği bitirdikten sonra 1978’de TÖB-DER Merkez Yürütme Kurulu üyeliğine seçildim. Örgütlenme sürecinde 12 Eylül Darbesi gerçekleşti. Dernek üyesi arkadaşlarımla birlikte yargılandım. Yine cezaevine girdim. 5 yıl kaldığım, Mamak, Çanakkale, İmralı cezaevlerinde, Gazi Eğitim Türkçe mezunu biri olarak çok okudum, birikim yaptım. Doğal olarak, bir Türkçe öğretmeni olarak yazdım. Dergilerde yazılarım, öykülerim, şiirlerim yayınlandı. Cezaevinde yazdığım Kardelen Romanı Akademi Kitabevi Ödülü’nü aldı,  cezaevinden çıktığım 1987 yılında yayımlandı. Aynı zamanda Cem Yayınevi’nde çalışmaya başladım. İlk kitabımla birlikte hem bir meslek sahibi oldum hem bir işte çalışmaya başladım, hem de bir yazar olmaya adım attım. 6 ay sonra Turna adlı romanım yayınlandı. Çok sevildi, çok satıldı, çok okundu, bu kitabım da Madaralı Roman Ödülünü aldı. Dolayısıyla 2 roman, 2 ödülden sonra benim yazarlıktan başka yapacağım bir seçeneğim kalmamış oldu. Yazarlığım sürecinde de örgütlü mücadeleye alışkın olduğumuz için, Türkiye Yazarlar Sendikası, Pen Yazarlar Derneği gibi kurumlarda yöneticilikler yaptım. Orada bulunduğum dönemde, Aziz Nesin, Vedat Günyol, Mehmet Başaran, Bekir Yıldız gibi onlarca tanınmış yazarla dostluk yapma ve onlardan bir şeyler öğrenme şansına kavuştum, çalışkan bir yazar oldum. Kardelen ve Turnalar kitabından sonra yeni romanlar yazmayı sürdürdüm. Gökyüzüne akan ırmak, Yediveren, Kaptan, Kir, Yaşasın yenilenler, Büyük oğul efsanesi Tonguç’un romanı gibi, 8 romana imza attım. Bu arada incelemeler araştırmalar yaptım. Halk edebiyatına ağırlık verdim. Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Köroğlu, Dadaloğlu, Yunus Emre, Nasrettin Hoca, Ezop gibi halk, edebiyatının büyükleriyle ilgili kitaplar yazdım. Sonra yaşam öyküsel çalışmalara ağırlık verdim. Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Tevfik Fikret, Namık, Kemal, Server Tanilli, Vedat Günyol, gibi ustalarla ilgili kitaplar yazdım.

 

 

Sivas Katliamı sırasında oradaydım, tesadüfen sağ kalanlardan biriyim. Sivas’la ilgili gözlemlerimi ve düşüncelerimi aktaran, Sivas’ı unutmak adlı kitap yazdım. Nazi kamplarıyla ilgili bir çalışmam oldu. Bu kitap dünyada Nazi edebiyatıyla ilgili ilk çalışmalardan birisi oldu. Bunun dışında, Aydınlığın ustaları, Aydınlıklar önümüzde, Umut İnsanda, Yine de iyimser, Beyler bu vatana nasıl kıydınız gibi denemelerimden oluşan kitaplar, birçok derlemelerim, Cumhuriyet Dönemi Edebiyat Çevirileri seçkisi. Cumhuriyet Dönemi Denemeler Seçkisi gibi çevirirler. Yani elimde bir liste olmadan bunları saymam mümkün değil. 72 yaşındayım yaşım kadar kitaba imza attım.  10 yıldır Burhaniye’de yaşıyorum. Sessiz sakin bir yaşamda daha çok üretken daha çok verimli olmaya çalışıyorum. Doğaçtan konuşma anlamında iyi bir konuşmacıyım. Hatip derler ya eski sözcükle. Dolasıyla Anadolu’nun dört bir yanındaki toplantılara da katılıp konferanslar verdim, panellerde konuştum, kitap fuarlarına katıldım. Kitaplarımın okuyucularının büyük bir çoğunluğu beni yüz yüze gören insanlardır. Öyle bir popüler medyatik bir yapım hiçbir zaman olmadı, olmaz, istemem de zaten. Okulla iç içe olan bir yazarlıksa ömrümüzün son soluğuna kadar sürdürmek niyetindeyim. Bu arada 1976’da evlendim. 1 yıl sonra Sevgi Can ismini verdiğimiz kızımız dünyaya geldi. Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Hungaroloji bölümünde Doçent Dr. ve Profesörlük bekliyor. Eşim 1980 sonrası siyasal nedenlerle birkaç kez cezaevine alındı ve cezaevinde canına kıydı. Eşimin ölümünden 10 yıl sonra tekrar evlendim, yürümedi. Hayatını yazarlığa adamış biriyle özel yaşam olmuyor. 2005 yılından bu yana tek başıma yaşıyorum. 2013 yılından beri Burhaniye’de oturuyorum.

 

 

Cezaevi sizi yazar mı yaptı?

12 Mart muhtırasından sonra girdiğimiz Mamak Cezaevi’nde kitap okumak serbestti. Her koğuşta yüzlerce kitaptan oluşan kütüphaneler oluşturmuştuk. Hapiste pek çok insan başka şeylerle ilgilenirken, spor yaparken voleybol oynarken ya da başka şeyler yaparken ben kitap okumakla kendimi zamanımı değerlendirdim. Çünkü okumak beni mutlu ediyordu. İlkokul öğretmenimin verdiği bir okuma sevgisi, sevdası, öğretmen okulunun kitaplığıyla buluştuğum dönemden beri çok okuyan bir insandım. Okuyan insan mutlaka yazmak da istiyor, yazmak isteğiyle doluyor. 12 Mart döneminde pek çok şey yazdım. Rosenberg’lerin yaşamını tiyatro eseri halinde yazmıştım, fakat çıkarken elimden alıp yırttılar, sobaya attılar. Öyle kötü bir anım da var. Okumalar birikim sağlıyor insanda. Bizim hayallerimiz vardı, biz öyle bir kuşaktık. 68 kuşağı. Ülkede güzel günler yaşayacağız, güzel günleri yaşayan bir ülke haline getireceğiz ülkemizi diye çalıştık. Hayallerimizde hep devrimci örgütlenmelerde, hangi meslekteysek o mesleğin örgütlenmesi vardı. Türkiye Öğretmenler Sendikası’ndan (TÖS) sonra TÖB-DER örgütlenmesinde yerimi aldım, yöneticilikler yaptım. Devrimci mücadele içerisinde yazma fırsatı ve şansı olmuyordu. Cezaevinde vakit bol. Okumak ve yazmaktan başka bir eylem benim açımdan düşünülemezdi. Sorunuz çok anlamlı ve doğru. Cezaevlerinin beni yazar yaptığını söyleyebilirim.

 

 

Cezaevinden çıktıktan sonra tekrar Gazi Eğitim Enstitüsü’ne döndünüz. Bir süre de öğretmenlik yaptınız. Sonra ne oldu da öğretmenliği bıraktınız?

1972 yılı sonunda çıktım cezaevinden. 1974 affıyla da okuluma döndüm. O arada. 1 yıl sigortalı bir işte çalıştım. Bir pasajın santral memurluğunu yaptım. O sigorta beni emekli yaptı zaten. Mezun olduktan sonra 6 ay Ağrı’nın Taşlıçay ilçesinde öğretmenlik yapabildim. Bu arada TÖB-DER örgütlenmelerine katıldım. Başarılı çalışmalarımdan sonra Ankara’da Genel Merkez yöneticiliğine seçildim 12 Eylül döneminden sonra da yolumuz yazarlığa düştü ve hala yazmayı sürdürüyorum.

 

 

Ankara’da neden öğretmenlik yapmadınız?

Yapamadım. Beni sendika yöneticiliği nedeniyle direkt Ankara’ya tayin etmeleri gerekirdi, etmediler. Başvurdum fakat senin dosyanı bulamadık. Milli Eğitim Bakanlığı’nda benim dosyam kayboldu, öğretmenlik bitti.

 

 

68 Kuşağı Doğuş ve Arayış kitabınızda kendi yaşamınızdan kesitler mi var?

68 kuşağı kitabım, kendi gözlemlerimden yola çıkarak, daha ilk gençliğimden, öğretmen okulu yıllarımdan başlayarak,  68 yılında Türkiye’de neler oluyordu? Dünyada neler oluyordu? Biz bunun neresindeydik? Bir Anadolu çocuğu olarak diye başladım. kendi gözlemlerimle, öğretmen okulunda, Gazi Eğitim Enstitüsü’ndeki mücadele ve öğrendiklerimle o dönemde okuduğumuz müziğinden sinemasına, tiyatrosundan resmine, edebiyatına kadar 68-69-70 yılları Dünyada, Türkiye’de neler yaşanıyordu? O soruların yanıtını, bir deneme tadında, söyleşi tadında aktaran bir kitap yazdım. Çok sevildi kitabım. 68 kuşağını bu kadar nesnel bir biçimde anlatan pek kitap yok. Türkiye’de sol, gruplara bölünüp ayrılınca, şu anda bile 50’den fazla grup vardır en az 10 parti bile var solda. Bütün bu ayrışmalar içerisinde, hepsine  hoşgörüyle, sevecenlikle yaklaşan, hiçbirini dost ya da düşman kabul etmeyip hepsini ülkemizin gerçeği olarak kabul eden, 68 kuşağındaki ayrışmaları, milli demokratik devrim çizgisiyle, sosyalist devrim çizgisi arasındaki tartışmaları, Türkiye İşçi Partisiyle, Dev Genç arasındaki ilişkileri, her grubun önderlerinin görüşlerini, Mihri Belli’nin, Deniz Gezmiş’in, Mahir Çayan’ın, Doğu Perinçek’in, o dönemin öğrenci önderleri olanların nasıl sonraki siyasete kendilerini aktardıklarını ve sonrasında neler yaptıklarını anlattım. Söyleşi tadında, deneme tadında bir kitap oldu.

 

 

Her telden çaldınız derler ya siz de her konuda yazmışsınız. Keloğlan, Köroğlu, Karacaoğlan, kitaplarınızda niye onları seçtiniz? Onları halkın kahramanı olarak mı, asilikleriyle mi halkın düşüncelerine tercüman oldukları için mi yazdınız?

Sadece sorduklarınız değil. 21’inci yüzyıldan geriye dönüp baktığımız zaman Türkçeyi taşıyan, Türkçe yazdıkları şiirlerle yüzyılları aşarak bu günlere gelenlerin içerisinde en belirgin olanlar, en eskisi Yunus Emre. Yunus Emre’den sonra bakıyoruz, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Köroğlu, Dadaloğlu, halk edebiyatımızın en büyük 5 kişisi. Eğer halk edebiyatı çalışmalarını sürdürürsem buna, Erzurumlu Emrah’ı da başkalarını da katabilirdim. Halk edebiyatçılarının gözüyle en büyük 5’i halk edebiyatıyla ilgili çalışmalarda yoğunlaşıp kitaplaştırdım. Tabii bu kitaplaştırma sırasında halk edebiyatıyla ilgili bir şeyleri okurken, Nasrettin Hocanın büyük bir yerinin var olduğunu gördüm. Ezop’un Anadolulu bir fabl ustası olarak var olduğunu gördüm. Onu da kitaplaştırdım. Anadolu efsanelerinin içerisinde ilk sırada gelen bir masal kahramanı Keloğlan var. Bir şahmeran efsanesi, masalları var. Günümüzde Temel. Karadenizlilerin Temel’i. Bunlar hep gerçekten bir ülkenin edebiyatını belirleyen, bir ülkenin sözlü edebiyat geleneğini bugünlere taşıyan, yani dili taşıyan, Türkçeyi taşıyan örnekler oldu. Yayınevinin biri Halk Edebiyatı’yla ilgili neler yapabilirsiniz deyince birine Şahmeran’ı önermiştim. Doğan Yayıncılık’tan Şahmeran çıkmıştı. O da baskı üstüne baskı yapıyor. Keloğlanla ilgili 4 kitap çıkardım. Keloğlan Masalları, Bir Keloğlan varmış, Keloğlan Devler Ülkesinde, Keloğlan Büyülü Bir Dünyada. Masallar, Türk halkının kendi diyemediklerini,  baskıcı düzenlere karşı kendi söyleyemediklerini söyleyen bir sözcü olarak, aynı Nasrettin Hoca gibi, Keloğlan gibi. Bunlar günlük geçirilecek masallar değil, zeka fışkıran, zeka ürünü davranışlarıyla padişahlara, sultanlara, bilmem bir takım derebeylerine ders veren, örnek olan bir kahraman olduğunu keşfettim. Büyük ustalarımız da zaten Keloğlan’ı böyle aktarıyorlar, Pertev Naili Boratav olsun, halk edebiyatı uzmanlarımız olsun. Böyle olunca, çocuk kitapları pek yazmak istemedim. Çünkü çocuk kitapları da aynı büyüklere yazdığımız kitaplar gibi özenle, hatta daha çok dikkatle yazılması gereken kitaplardır. Ama bu Keloğlan masalında Halk Edebiyatını çok iyi kavradığım, algıladığım için, çocukların okumasına yönelik Keloğlan masallarını edebiyatımıza kazandırdım diye düşünüyorum.

 

 

Server Tanilli, Vedat Günyol, Tevfik Fikret ve yazdığınız diğer yazarlar. Herkesin okuması gereken yazarlar olduğu için mi yazdınız? 

Bir düşünsel silsile var. Hiç bir şey kendiliğinden doğmaz, her şey birbirine bağlı. Mustafa Kemal Atatürk kendiliğinden ortaya çıkmadı. Nereden öğrendi? Aziz Nesin kendiliğinden ortaya çıkmadı. Nereden öğrendi? Kendinden önce gelenlerle Türkiye Cumhuriyeti’nin dününe göz attığımız zaman muazzam bir birikim, sözlü bir gelenek var. Halk edebiyatının ozanları, Karacaoğlan’dan, Yunus Emre’den, Pir Sultan’dan, Köroğlu’ndan Dadaloğlu’ndan gelen bir halk edebiyatı geleneği var. Yazılı edebiyatımız Tanzimat’la birlikte başlıyor. Ve Tanzimat’tan sonrasına baktığımız zaman, daha güzel bir yaşam için mücadele eden bu mücadelede öncülük yapan insanları anlamaya ve aktarmaya çalıştım. Namık Kemal ile başladım. Namık Kemal bizim düşünsel silsilemizin ilk yazılı ve usta öncülerinden, mücadele adamlarından biri. Vatan ve Silistre adlı oyunuyla padişahlığı sallayan, sarsan, etki bırakan bir büyük şair, büyük bir yazar, büyük bir tiyatro ve oyun yazarı. Namık Kemal’den sonra, Atatürk’ün, ben bütün gücümü, kaynağımı, felsefemi ondan aldım dediği Tevfik Fikret var. Ondan sonra Türkiye Cumhuriyeti doğmuş. Cumhuriyetten sonraki gelişmelere baktığımız da Nazım Hikmet olmadan bir Türk edebiyatı, Türk mücadele tarihi, düşünülemez. Bu nedenle Nazım Hikmet’i yazdım. Nazım Hikmet’ten sonraki döneme baktığımız zaman benim listemde yazılması gereken daha birçok insan var. İsmail Hakkı Tonguç’u romanında aktarmıştım, Köy Enstitüleri’nin kurucusu mimarı. Vedat Günyol, denemeleri ve düşünsel yazılarıyla öncü bir ustamızdı. Server Tanilli de gerçekten 70’li yıllardan beri, “Uğrunda asılırız, biz bir cümleyi söyleriz” diye, devlet ve demokrasi adlı kitabını devlet güvenlik mahkemesinde savunurken söyleyen yiğit mücadeleci bir aydın. Hem mücadeleci, hem de yapıtlarıyla ölümsüzlüğe kavuşmuş olan büyük aydınlarımızı böyle bir dizide aktarmak istedim. Aziz Nesin’i ekleyebiliriz bu listeye. Şevket Süreyya Aydemir’i düşünüyorum. Yılmaz Güney yine bir mücadele adamı. Oktay Akbal, Uğur Mumcu, gibi pek çok insanımız var. Ömrüm yettiği süre, 2 yılda bir,  yaşam öykü çalışmasını bitirmeyi hedefliyorum.

 

 

Sizin Köy Enstitüleri ile ilgili kitaplarınız var. Onlarla ilgili bilgi alacağım. Bir de öğretmen okulları gerçeği var. Köy enstitüleri gibi kapatılan, daha doğrusu liseye dönüştürülen öğretmen okullarını köy enstitülerinin devamı gibi algılayabilir miyiz?

Köy enstitüleri gerçekten bir Anadolu Rönesans’ı, bir Türk mucizesi diyebilirim. Türkiye’nin o dönemdeki koşullarına uygun bir okul. Bu arada şunu belirtmek isterim, inşallah cumhuriyetin 100’üncü yılında yetiştirebilirim, köy enstitüleri ile ilgili bir tiyatro yapıtı yazdım. Şimdi tiyatro sanatçısı arkadaşlar okuyor adını daha koymadık. Bir buçuk iki saatlik bir oyun. Planlamayı tiyatrocu arkadaşlarla birlikte yaparız. Köy Enstitüleri bize özgü, bizim kurumumuzdu. 1940 yılında resmen açıldı. 1946’da resmen kapanmadı ama fiilen kapatılmaya doğru adımlar atıldı. 1954’te resmen kapatıldı. Siyaset artık, köy enstitülerini kuran siyasetle köy enstitülerini kapatan siyaset bambaşkaydı. Ülkemizde, Mustafa Kemal Atatürk’ün, bütün mazlum uluslara örnek olan, bağımsızlıkçı politikasının yerine, Kuzey Atlantik Paktı’na (NATO) girmeyi, batıyla bloklaşmayı, emperyalizmin denetimine girmeyi, bağımsızlıktan ödün vermeyi planlayan bir politika izlenmeye başlamıştı. Bu politikaya Köy Enstitülerine uyum sağlaması olanaksızdı. Söz ettiğim oyunum da böyle başlıyor. Atatürk, İsmet Paşa’yı çağırıyor. “Paşam ne yaptık biz?  Anadolu aynı. Ha Osmanlı ha cumhuriyet, adı değişti ülkenin. Köylünün kaderi yine aynı, biz köylünün kaderini değiştirmeliyiz. Bir şeyler yapmamız lazım. Ben Saffet Arıkan’ı Milli Eğitim’in başına, ilköğretimin başına getireceğim, Saffet Arıkan bu işi çözer” diyor. İsmet Paşa, “Fakat Arıkan nasıl çözer? O bir kurmay subay, eğitimle alakası yok” diyor. Atatürk, “Arıkan, kimin hangi işi nasıl yapacağını bilir. Biz ona derdimizi söyleyeceğiz, maksat ülkenin uygar yurttaşlardan oluşan bir ülke haline dönüştürülmesi diyeceğiz” diye konuşuyor. Gerçekten Saffet Arıkan yapıyor, İsmail Hakkı Tonguç’u buluyor. Tonguç köy enstitülerini kuruyor.  Saffet Arıkan Bakanlık’tan ayrıldıktan sonra, yerine Hasan Ali Yücel geliyor. 1940’ta Köy Enstitüleri açılıyor, 1946’daki politika değişiklikleriyle NATO’ya giriş, çok partili yaşam, Amerika’nın dayatması, Rusya’nın boğazlar politikasından sonra, Köy enstitülerinin defterini dürüyorlar. Öğretmen okullarının Köy Enstitüleri ile hiç ilgisi yok, fakat Köy Enstitülerinden mezun olan en akıllı, en başarılı öğrenciler Hasanoğlan Yüksek Öğretmen Okulu’nda, Gazi Eğitim Enstitüsü, İstanbul Eğitim Enstitüsü gibi okullarda öğrenim görüyorlar, oralardan da öğretmen okullarına öğretmen olarak atanıyorlar. Onlar kendilerini yetiştiren sistemin ne olduğunu bildikleri için, öğretmen okullarında o sistemden kalan uygulayacakları ne varsa uyguluyorlar. Onun için öğretmen okulları klasik liselerden farklı bir biçimde yaparak, yaşayarak, öğrenmenin örneklerini veren kurumlar olarak, Köy Enstitülerinin devamı gibi değil ama köy enstitülerinin öğretim ilkelerini yaşama geçiren öğretmenlerin öğretmenleri olduğu için öğretmen okulları da bizim gururumuz kıvancımız kurumlar olarak var oldu. Ben öyle bir öğretmen okulundan mezun oldum. Ben yıllar sonra öğrendim ki bize öğretmenlik yapan öğretmenlerimizden en nitelikli olanlar Köy Enstitüsü mezunu öğretmenler. Ben yurdumu seviyorum ve yurdum için bir şeyler yapmalıyım anlayışını hayata geçiren insanlar, öğretmen okulları da Köy Enstitüleri gibi yurtsever kaynağıydı. Ben, Büyük oğul efsanesini, yani Tonguç’un Romanını, yıllarca emek vererek yazdım. Köy enstitülerinin kurulmasını, 1900’lü yılların, 20’inci yüzyılın neredeyse başından alıp 1961’de Tonguç’un öldüğü güne kadarki dönemi anlattım.

 

 

Öğretmen okulları, köy enstitüleri gibi bir bilim yuvası, bir disiplin kaynağı, toplumu örgütleme özelliğini mi taşıyordu?

Niçin örgütleneceğiz? Sorusunun karşılığını kafasında veren kişi kendi yaşamıyla, kendi mesleğiyle, içinde bulunduğu durumla ilgili çeşitli örgütlenmeler olması bilinciyle hareket ediyor. Bu bilinci biz öğretmen okullarında aldık. Öğretmen olarak kendi hakkımızı savunmak için, öğretmen olarak gittiğimiz yerde yurttaşlarının haklarını savunmak için. Öğretmen okulunda zaten bunun uygulaması vardı. Öğretmen okullarında öğrenci derneğiyle karşılaşıyorsun. Seçilmek için propagandalar yapıyorsun, afişler asıyorsun, bildiriler dağıtıyorsun, ancak öyle seçilebiliyorsun. Demokrasinin bir örneğini yaşayarak öğreniyorsun. Ben hep mücadele ettim, listeler çıkardım. İlk gittiğim yıl, “İlk adım” diye bir solcu listesini çıkarmıştık. Herkes anlıyordu o ilk adımın, solcu adımı olduğunu. Gazi Eğitime gittiğim yıl Gazi Eğitim öğrenci derneğine girdim ve sinema kulübü başkanlığı yaptım. Aynı zamanda Gazi Eğitim’de Devrimci Gençlik Derneği yani Dev Genç’in her okulda temsilci dernekleri vardı. Bütün bunlar ortaklaşa federasyonu oluşturuyordu. Gazi Eğitim Devrimci Gençlik Derneği’nin üyelerinden, yöneticilerinden olduk. Dolayısıyla böyle bilinçli bir biçimde örgütlü mücadelede olunca, okulu bitirdikten sonra da örgütlü mücadelede olman gerektiğini fark ediyor, anlıyorsun zaten. Daha öğretmen okulunda öğrenciyken öğretmenlerin mücadelesine, biz nasıl olsa öğretmen olacağız diye omuz veriyorduk. Öğretmenlerle birlikte bir şeyler yapmaya, onlara yardımcı olmaya çalışıyorduk. Dolayısıyla öğretmen olduktan sonra, ve Gazi eğitim öğrencisiyken Fakir Baykurt’un başkanlığı döneminde TÖS’ün eylemlerinde hep militan olarak, afişlerini yapıştırmada, bildirilerini dağıtmada, öğrenci olarak da katkılarımızı sunuyorduk. Öğretmen olunca, Ağrı’ya gittiğimde, Sarıkamış’ın Patnos’un, Erzurum’un, Kars’ın, Ağrı’nın pek çok ilçesinde, Hamur’unda, Tutak’ında TÖB-DER örgütlenmelerinin var olması, yaşaması ve güçlenmesi için çalışmalarda bulundum. Çünkü bilinçli bir öncünün o bölgede yapmayacağı şey yok. Başka insanları da ikna ederek örgütlü mücadeleyi haklarımızı savunuruz, haklarımızı alırız elimize diye mücadele ettim. Hangi alanda yaşarsan yaşa ama örgütlü olmak için mücadele ver.  İstanbul’dan, Burhaniye’ye gelirken bir baktım, 11 dernekte yöneticiydim ben. Nazım Hikmet Vakfı, Pen Yazarlar Derneği, 68’liler Birliği, Sivil toplum kuruluşları birliği, Sanat kuruluşları birliği, Atatürkçü Düşünce Derneği, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği gibi yaşamımızın geleceğiyle ilgili derneklerin var olması,  güçlenebilmesi için elimden geleni yaptım. Zaten bu durum, bilincimizin ve yaşama biçimimizin bir parçası haline geliyor, bir alışkanlık oluyor.

 

 

İnsanları, hakkını alması için örgütlemeye çalışırken tutukladılar sizi. Nereden tutturdular, hangi suçları üzerinize attılar da yargılandınız? Karşınıza niye böyle bir şey çıktı?

Şöyle bir gerçeklik oldu. 12 Eylül’deki TÖB-DER yargılamasında yüzlerce sayfalık savcının iddianamesi var. Yok efendim bildiri dağıttılar, miting yaptılar, afiş astılar yok bilmem ne. Zamanında hepsiyle ilgili zaten soruşturmalar açılmış, savcılıklara gitmiş takipsizlik kararı almışız. Mahkemelere gitmişiz beraat etmişiz. Ama en son Yargıtay’ın onayladığı karar da şu: “Her ne kadar atfedilen eylemlerle ilgili mahkeme kararlarını savcılık kararlarını sunmuş olsalar da, o dönem devlet zafiyet içerisinde bulunduğundan bunlara ceza verilememiştir. Şimdi cezalarını veriyoruz” TÖB-DER’in kapatılma kararını verirken de yöneticilerine 8’er, 9’zar yıl ceza verirken, Yargıtay’ın da, Askeri Yargıtay’ın da, mahkemenin de tavrı buydu. Bildiri dağıtmak, afiş asmak, boykot yapmak, işte başka hiçbir şey yok. Cinayet, bombalama, ağır ceza gerektiren hiç bir fiili eylem, hiçbir durum olmadan, sadece bu nedenlerle 9 yıl cezayı basmayı bildiler.

 

 

Yazdığınız 72 kitap içerisinde, “ben bunu iyi ki yazmışım” dediğiniz, sizi en çok etkileyen hangisi?

Kardelen! İlk kitabım, ilk romanım. Kendi çocuğumun gözünden 12 Eylül’de yaşananları aktarmaya çalıştım ve o kitap çok sevildi. 21’inci baskısı oldu 1987 yılından bu yana, hala zevkle keyifle okunan bir kitap. İkincisi gerçekten içimde bir uhdeydi. Tonguç’un yaşamını yazarken aynı zamanda Türkiye’nin siyasal, toplumsal tarihini ve eğitim tarihini de aktarmak amacıyla 1900’lü yılların başından itibaren Tonguç’un çocukluğundan başlayarak, 1960’lara kadar olan Türkiye tarihini de aktardığım Büyük Oğul Efsanesi Tonguç’un Romanıdır. Sizin söylediğiniz gibi iyi ki yazmışım bunu diyorum. Onun dışında kendime 20’inci yüzyıl romancısı diyebilirim. 1900’den 1960’a kadar Tonguç’un Romanında anlattım. 1910’da başlayıp 1922’ye kadar olan dönemi, Kir Romanında, Sarıkamış faciasıyla birlikte anlattım. Gerek Kardelen, gerek Kaptan, gökyüzünden Akan Irmak, Yediveren romanlarımda 1960’lı, 70’li, 80’li 90’lı yılları. 12 Mart’ı da, 12 Eylül’ü de içine alan bu yılları harmanlayarak aktarmaya çalıştım. Bütün bu romanlarımda 20’inci yüzyılın Anadolu tarihini, sıradan, yoksul bir Anadolu delikanlısının, sonradan öğretmen olmuş birinin, sonradan yazar olmuş birinin gözüyle anlatmaya çalıştım ve burada cumhuriyete minnettarlık ve borç kesinlikle ortaya çıkıyor. Çünkü bize bu fırsatı, bu olanağı Cumhuriyet verdi. Parasız yatılı okullar olmasaydı, ben öğretmen okulunda da eğitim enstitüsünde de okuma şansına kavuşamayacak, iş sahibi olamayacaktım.

 

 

Daha önceki söyleşilerimde de dikkatimden kaçmayan bir nokta var, yatılı okuyanların, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı minnettarlık ve borçluluk duygusu neden kaynaklanıyor? Sizin yazar olarak söylemek istedikleriniz var mı?

Bir yazar olarak yaşama katılınca doğal olarak, insanını tanıyorsun ve insanının daha güzel yaşaması için, “bir yazar olarak ben de siyasete müdahale etmeliyim” diye düşünüyorsun. Siyasete müdahale etmek için illa siyasetçi olmak gerekmiyor. Düşüncelerin ile yazdıkların ile siyasetçilerin okuyup kendi insanını tanımaları için bir fırsat yaratmış oluyorsun. Yazarların görevi, siyasetçilere ve toplum bilimcilere, siyaset bilimcilere, Kardeşim bak biz böyle bir ülkede yaşıyoruz. Bu ülkenin insanlarını en iyi anlayan, en iyi aktaran edebiyatçılardır, yazarlardır. Sen yazarların yazdıklarını okuyabilirsen, değerlendirirsen, algılarsan, toplum bilimci olarak siyaset bilimcilere, siyaset bilimcileri de siyasetçilere bu ülke insanını için ne yapması gerektiğinin yolunu gösterir, yordamını öğretir. Ama bizim siyasetçilerimiz ne dergi okurlar, ne kitap okurlar, ne roman okurlar, ne inceleme okurlar. Fakat onlar okumasa da biz görevimizi yapalım diye, romanlarımın yanına, Onlarca deneme tipi, inceleme tipi, araştırma tipi kitaplarımı kattım. Bu ülkede ben yazarım diyen insanların, bu ülkenin geleceği olan çocukların daha güzel yaşamasına tuğla döşemeleri lazım. Cumhuriyete borcumuz da, Mustafa Kemal Atatürk’e borcumuz da, bu ülkenin insanlarının güzel yaşaması için, canlarını veren, hapishanelerde yatan, işkence gören, işsiz kalan, sakat kalan, bütün insanların çektikleri adına, bu görev yazarlara düşen bir görevdir. Cumhuriyete borcumuzun nereden kaynaklandığı sorusunun yanıtı parasız yatılı okuyabilmektir. Ben bir tamirci çocuğuyum. Anadolu’da Yozgat’ın Yerköy kasabasında, ya bir tornacının, ya bir elektrikçinin, ya bir tamircinin yanında çırak olarak sürdürecektim hayatımı eğer parasız yatılı okula gitmeseydim. Çünkü lise yoktu zaten. Okuma şansı yoktu başka türlü. Ortaokulu bitirdikten sonra işin bitti. Parasız yatılı olarak öğretmen okuluna gitmemiş olsam. Demek ki bu fırsatı bize cumhuriyet verdi. Çünkü cumhuriyet daha zeki olanların daha çok okuyabilmeleri için, en kötü yıllarda, Kurtuluş Savaşı koşullarında bile, yurt dışına öğrenci göndererek eğitimin düzgün bir biçimde yapılması gerektiğini düşünen bir kurumdu. Bu kuruma borcunu inkar etmek olmaz. Bunu pek çok usta yazarımız, Fakir Baykurt, Aziz Nesin bile zaman zaman söyledi. Hatta, “Bu yurda borçlu olduklarımız” diye bir kitabı da var Aziz Nesin’in. Cumhuriyete borç ödemek, Mustafa Kemal’e onun silah arkadaşlarına cumhuriyeti kuran kadrolara, o emeği veren insanlara bu borcu ödemek Türkiye’de yoksulluktan gelip aydın olma onuruna sahip olan her insanın görevi ve sorumluluğudur. Başka türlü düşünmek mümkün değil. Ben bu cumhuriyete borçluyum diyen yazar abimiz, ablamız var. Aziz Nesin’de parasız yatılı olarak harp okulunda okumuş. Okumasaydı Gümüşhane’nin bir yerinde çıraklık yapacaktı. Ne yapacaktı başka?

 

 

Tokat’ta, öğretmen okulundayken, gazetecilik yaşamınız var diye biliyorum.

Öğrenciyken, Tokat Gazetesi ile Sabah Postası Gazetesi’nde köşe alıp yazılar yazdım. Öğretmen okulu için haftada bir sayfa, hatta dergi de çıkartırdık. Öğretmen okullarının böyle bir güzelliği vardı. Çünkü bu okulların öğretmenleri, köy enstitülerinden yetişen, yaparak, yaşayarak ve örgütlü mücadele içerisinde yetişen öğretmenlerdi. Bizim de kendileri gibi öğretmen olmamız için öğretiyorlardı. Gazetelerde yazma nedenim oydu. Cumhuriyet Gazetesi’nde yazmak bir hayaldi benim için ta ilk öğretmen okulu öğrenciliğimden eğitim enstitüsü öğrenciliğimden beri.  Yıllar sonra bu hayalime kavuştum. Cumhuriyetin köşe yazarı olmak benim için gerçekten çok büyük bir onurdur. Birileri küçümseyebilir, ama Cumhuriyet Gazetesi, Türkiye Cumhuriyetimizle özdeşleşmiş, aynı tarihe. Sahip bir kurum olduğu için hayalimdi. 3-4 yıldır Cumhuriyet Gazetesi’nde yazıyorum. Ondan önce 2000’li yıllarda düzensiz bir biçimde köşe yazarı olmadan Cumhuriyet’te yazıyordum. Şimdi sürekli bir köşem var, haftada bir kültür, sanat, edebiyatla, siyasetle ilgili, zaman zaman dokundurarak yazıyorum.

 

 

Öner Yağcı’nın Romanları: Kardelen (1987), Turnalar (1987), Gökyüzüne Akan Irmak (1989), Yediveren (1995), Kaptan (1999).

Denemeleri: Sivas’ı Unutma (1997), Umut İnsanda (1997), Yine de İyimser (2001), Dil Kaleminin Enstitüsü (2001), Savaş ve Edebiyat (2003), Küreselleşme Sürecinde Edebiyatımız (2004), Emperyalizm ve Yurtseverlik (2004).

 

 

İncelemeler: Şükran Kurdakul Yaşamı ve Yapıtları (1993), Fedailer Mangası Rıfat Ilgaz’ın 40 Kuşağı Anıları (1994), Ölümsüz Bilge Nasrettin Hoca ve Fıkraları (1995), Yunus Emre (1996), Köroğlu (1996), Karacaoğlan (1996), Dadaloğlu (1996), Pir Sultan Abdal (1997), Hayyam (1997), Ezop’tan Masallar (1997), Aziz Nesin Aydınlığı (1997), Aydınlığın Ustaları (1999), Aydınlıklar Önümüzde (2003), Nâzım Hikmet Aydınlığı (2003), Nazi Kampları (2004), Sonsuza Rüzgardı 68 (Behrem Yıldız, H. Hüseyin Yalvaç, Ahmet Nergiz, 2005).

Derlemeler: Nâzım’dan Armağan (Şükran Kurdakul ve Kıymet Coşkun, 1989), Ömer Seyfettin/ Seçme Öyküler (1989), Aydınlatan Düşünceler (1994), Çocuk Adları Sözlüğü (1994), Çocuk Bahçesi Rıfat Ilgaz’ın Çocuk Şiirleri (1995), Cumhuriyet Dönemi Edebiyat Çevirileri Seçkisi (1999), Cumhuriyet Dönemi Denemeler Seçkisi (2002), Anadolu’nun Umudu: Aydınlık (2017).

 

 

Tepki Ver | Tepki verilmemiş
0
harika
Harika
0
_ok_do_ru
Çok Doğru
0
kat_l_yorum
Katılıyorum
0
_a_rm_
Şaşırmış
0
_zg_n
Üzgün
Eğitimci Yazar Öner Yağcı ile ropörtaj: Cezaevi beni yazar yaptı
Giriş Yap

Balıkesir Haberleri ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!