Bir yazarı, diğer yazardan başkası okumuyor

Hilmi DUYAR / POLİTİKA / Mustafa Kemal Benk, köy enstitülü öğretmenlerinden aldığı esinle “Köylere ışık olacağım” diyerek başladığı, öğretmenlik mesleğini, günün ekonomik koşulları nedeniyle, 4 çocuğunun geleceğini güvenceye alabilmek için bırakmak zorunda kaldı. Pazarcılık yaptı, kömürcülük yaptı, trikotaj işleri yaptı, çocuklarının üniversiteden mezun olmasını sağlayıp, yaşamlarına yön verdi.

 

 

İnzivaya çekileceği dönemlerde, duygularını, düşüncelerini, yaşamdan elde ettiği deneyimleri, günümüzün trendi, sosyal medyada yazarak paylaşmaya başladı. Mustafa Kemal Benk, “Biliyorsunuz ben Facebookta, yediklerimi, gördüklerimi, gezdiklerimi, paylaşan biri değilim. Sanal dünyaya ben farklı gözle bakıyorum. Duygu, düşünce, ortak sevgilerde buluşma ve benzeri durumlarla değerlendirmenin yararına inanıyorum” diyor. Yazılarını torunlarına bir anı olarak bırakmak istediğini, dostları ısrarı ve teşvik etmesiyle yazılarını sanal alemden çıkarıp ilk kitabı, “Silinmeyen”i yayımladığını, ardından, “Söz” kitabını okurla buluşturduğunu belirtti. Bu günlerde, gazetelere, dergilere yazılar veren Benk, kitaplara ilginin azlığından yakındı. Türk milletinin okumayı sevmediğini hatırlatıp, “Bir yazarın kitabını diğer yazardan başkası okumuyor” diye sitem etmekten geri kalmadı.

Mustafa Kemal Benk Kimdir?

Ben Mustafa Kemal Benk,30 Haziran 1952’de İzmir-Tire’de doğdum. Mesleği keçecilik olan Mehmet Benk ve Nuriye Benk’in oğlu olarak dünyaya gelmişim. Tek erkek çocuk olduğum için özen gösterilerek büyütüldüm. Babam beni ailesinden gördüğü yöntemlerle, doğru, dürüst, boyun eğmeyen, bir kişi olarak yetiştirmeye çalıştı. Annem naif bir insan olarak kültürlüydü, bilgiye çok yakındı ve okumamı isterdi. 6 yaşındayken Kur’an kursuna gönderdi. Babam ile annem bu yüzden ters düşerdi. Babam okuma yazmayı askerde Ali Okulu’nda öğrenmiş, annem hiç okul görmemiş ama köye her gün 3 gazete alan aydın bir muhtarın kızıymış. Okuma yazmaya düşkünlüğümü dedemin genlerinden aldığımı düşünüyorum. Kurtuluş İlkokulu’nu ve Tire Ortaokulu’nu bitirdim. Bu arada tatillerde hafta sonlarında keçeci dükkânında, babamın yanında mesleğin inceliklerini öğrendim. Tire Keçeciler Çarşısı, benim üniversitem olmuştu. Ortaokulu bitirince eğitimime 1 yıl ara verdikten sonra parasız yatılı olarak Gökçeada İmroz İlköğretmen Okulu’nu kazandım. Burada okulun kütüphanesinin müdavimlerinden oldum. Dünya klasiklerinin büyük bölümünü burada okudum. Başarılı bir öğrenciydim, sporda, müzikte, tiyatro alanında etkindim. Son sınıfa geldiğimizde, staj döneminde Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın (TÖS) lk boykot gecesi nde köyde birer çay bardağı rakı içmemiz nedeniyle Konya İvriz İlköğretmen Okulu’na sürüldüm. İyi ki sürgüne gönderilmişim, İvriz, 5 ay kadar kısa bir süre okumama rağmen yaşama bakış açımı değiştirdi. Mustafa Karataş öğretmenim hayatıma dokundu. Burada öğretmen okulunu bitirdim ve 31 Temmuz 1971’de öğretmenlik yaşamıma Yozgat İli Yerköy İlçesi Belkavak Köyü’nde başladım.

 

 

 

İmroz’dan iyi ki sürüldüm tümcesini niye kullandınız?

İvriz İlköğretmen Okulu’nda, öğretmen ile eğitimci öğretmen arasındaki farkı gördüm. İmroz’da okulu bitirmemem için 1 veren öğretmeni de gördüm, İvriz’de 1 notunun ortalamasını yükseltmek için 9 veren öğretmeni de gördüm. Düzene karşı ayağa kalkan hemen sürgüne gönderilirdi. İvriz’e sürüldüğümde okul, Köy Enstitüsü’nün halen izlerini taşıyordu. İmroz da, İvriz de öğretmen okuluydu ama aralarında çok büyük fark vardı. Ortak yaşam olsun, eğitimci öğretmenlerin çokluğu olsun, eğitimci öğretmen derken açıklık getirmek istiyorum: Yaşamda herkes bir öğretmendir. Babam bir keçeci olarak keçeyi öğreten öğretmendir. Bakkal ticaret öğreten öğretmendir, yani öğretici. Bizi öğretmen olarak yetiştiren öğretmenlerin, bu kategoride büyük çoğunluğunu ayrı düşünemiyorum. Okuma yazma, tarih, kimya, fizik, matematik öğreten öğretmenler olarak kaldıkları için bugün bile ülkemiz eğitim sorununu aşamamıştır. Benİvriz’de eğitici öğretmenleri tanıdım, yaşamımı değiştirdiler. Öğretmen eğitici olabilirse, eğitimle öğretimi birlikte verebilirse başarılıdır. Eğitimle öğretimi bir arada başarabilen sistemin iki okulu kıyaslarsak İvriz’de farkına vardım. Köy Enstitüsü’nde yetişmiş ve halen Köy Enstitüsü’nden beri çalışan, görevine devam eden öğretmenler vardı. Bunlar, iş içinde, eğitimi yaparak, yaşayarak öğretmenliği eğitimle birleştirerek başarılı oldular. Açık yüreklilikle söylemek gerekirse, İmroz öğretmenlik, İvriz de bana eğitimcilik kavramını kattı. Benim bugünkü kişiliğimin temelinde Köy Enstitüsü’nden dönüştürülen İvriz Öğretmen Okulu yatıyor dersem yalan söylemiş olmam.

 

 

Asıl öğretmenliği 3 yıl okuduğunuz İmroz’da değil de son 5 ayda öğrenim gördüğünüz İvriz Öğretmen Okulu’nda mı öğrendiniz?

Üzerinde durduğum eğitimci öğretmenliğin ne olduğunu, çocuk eğitmekte başarılı bir eğitimci öğretmen olmak gerekliliğinin ön koşul olduğunu İvriz’de öğrendim. Diğer okulum elbette bana çok şeyler kattı ama eğitim yönüyle pek bir şey katmadı. Ben İmroz’dan mezun bir öğretmen olsaydım, yaşamın bana katacağı deneylerle gene belki bugünkü düşüncelerime sahip olabilirdim ama o günün koşullarında müziğe çok fazla yeteneğim vardı, müzikle uğraşırdım. Arkadaşlarımla konuştuğumda şakadan şu lafı söylerdim. “Ben sürgün olmasaydım “ye ye’ci” bir genç olarak çıkar, kalırdım.” İmroz, eğitimci öğretmenlikte bana hiçbir şey katmadı. Her şeyi İvriz’e borçluyum.

 

 

İvriz’de Köy Enstitüleri’nde olduğu gibi tarım yapabildiğiniz bir arazi var mıydı, tarım dersleri yapıyor muydunuz?

Çok büyük arazisi vardı. Benim İmroz Öğretmen Okulu’nda öğrendiğim kışın asmaların gövdelerinde asalaklar yaşamasın diye tarım öğretmenimizin öğrettiği kabuk soydurmadır. Tarım dersinde aklımda kalan olay budur. İvriz’de tarımla ilgili çok şey öğrendim. Ağaç diktim, diktiğimiz ağaçların kirizmalarının nasıl açılacağını öğrendim. Öğretmenimiz diktiğimiz akasya fidanlarının üzerine ismimizi yazdığımız kartelalar bağlattı, herkesin ağacına sahip çıkmasını istedi. Öğretmenlik yaptığım iki köy okulunda ben bu alışkanlığımı öğrencilerime aktardım. Çocuklar isimlerini yazıp ağaçlarına bağladılar. Ödemiş’in Kurucaova Köyü’nde halen benim oluşturduğum zeytin bahçeleri vardır. İvriz’de edindiğim deneyimi gelip Ödemiş’te bir köyde yansıtmamdır. Öğrencilerim de sanırım öğrettiklerimi uyguluyorlardır.

 

 

İvriz’den mezun olduktan sonra ilk görev yeriniz neresi oldu?

31 Temmuz 1970’te Yozgat ili Yerköy ilçesi Belkavak Köyü’nde atanarak öğretmenlik yaşamıma başladım. 1 yıl Belkavak’ta öğretmenlik yaptım. Birleştirilmiş 5 sınıfta 57 öğrencim vardı. Daha önce dediğim gibi öğretmenliği dosdoğru öğrenememiştik. Yaşamın içerisinde kendimizi yetiştirmek zorunda kaldık. Bunlar bizim eğitim kavgalarımızın gerçekleridir. Benim gibi binlerce yeni öğretmen arkadaşım aynı durumla karşılaşmıştır. Stajyerliğimi birinci yılda kaldırdılar. Aynı köyde devam etmek istemedim. Yakın köy olan Karacaahmetli’de vatani görevini tamamlayan er öğretmenin yerine atandım. Karacaahmetli’de 2 yılımı doldurup İzmir’e veya Ege’ye tayinimi isteyecektim, fakat köyü, öğrencilerimi, köylüleri çok sevmiştim. Yine birleştirilmiş 5 sınıfta tek öğretmendim. Pek çok şeyden mahrum 27 haneli küçük bir köydü. Sene sonunda, sözde ben ayrılacağım ama o insanlara çok yararım olmuş ki beni bağırlarına bastılar. Bu arada babam bir mektup yazmış; “Oğlum gel işin başına geç, tazminatını ben ödeyeceğim” diyor. O zaman. 4 buçuk yıl mecburi görev yapmamız gerekiyor, verilen süreyi tamamlamazsak tazminat ödemek gerekiyor. Babamın mektubuna yanıt verdim. “Baba ben gelmiyorum. İvriz’den öğrendiğim, edindiğim duygularla, köylere ışık olacağım” dedim ve dönmedim. Baktım yararlı olacağım, bir şeyler anlatabileceğim, köylülerin yaşantılarına dokunabileceğim var, tek öğretmen olmama rağmen tayin istemedim, askerliğimi başlatıp, 2 yıl daha orada görev yaptım. 1972 yılının Ağustosunda evlendim. Eşim Tireli, İzmirli bir kız olarak geldi, mahrumiyet bölgesinde, benimle birlikte 2 yıl geçirdi. Askerlik bittikten sonra köyden ayrıldım. Aradan yarım asır geçmesine rağmen hâlâ ilişkilerimi koparmadım,  hatta bugünlerde,  geçen hafta köye ziyarete gittim. 

 

 

Birleştirilmiş sınıfla nasıl başa çıkıyordunuz? 5 ayrı sınıf, 5 ayrı ders programı, bütün öğrenciler aynı yerde nasıl başarılı oldunuz?

Öğrencileri kümeler halinde oturtuyordum.  Şimdi 3 grup düşünelim. 1’inci sınıfları bir grup, 2’inci, 3’üncü sınıflar bir grup, 4 ve 5’inci sınıflar 1 grup. Gruplar ve kümeler ya da sınıflar ve kümeler diyebiliriz. Günlük planda, hangi saatte, hangi sınıfa ağırlık verileceği belirlenir. Diyelim ki 2 ve 3’üncü sınıfla ders yapacaksanız. Konu işlemede bu sınıflara ağırlık vereceksiniz. O zaman 1’nci, 4 ve 5’inci sınıfları ödevlendirirsiniz. 2 ile 3’üncü sınıfla konu işlersiniz. Bu böyle tekrar eder. Bu arada diğer sınıflardan çocuklar sürekli size,“Öğretmenim bu böyle miydi? Öğretmenim benim ödevim olmuş mu?  Öğretmenim şunu soracağım” diye hep sizinle iletişimi sürdürür. Siz de hepsini kontrol altında tutarsınız. Başka bir saatte 4 ve 5’inci sınıfa Türkçe öğretirken, diğerleri de ödevlerini çalışır.  Ağırlığınızı günlük planınızda olan sınıfla devam ettirirsiniz. Öğretmen eksikliğinden kaynaklanan zor bir yöntem, fakat 5 sınıfla birlikte ders yapmak, özellikle yeni göreve başlayan öğretmenlere verilebilecek bir ceza gibidir. Benim deneyimlerime göre stajyer öğretmen muhakkak tecrübeli öğretmenin yanında mesleğe başlatılmalı. Osmanlı döneminde 20 öğretmen okulu vardı. Fakat buradan mezun olanlar köylere gitmek istemiyordu. Amcasını dayısını bulanlar, şehirlerde kalıyor ya da başka işler yapıyordu. Cumhuriyet eğitimi kime ulaştırma gerektiğini doğru çözümlüyor. Atatürk’ün en büyük mücadelesi Kurtuluş Savaşı’ndan sonra söylediği “Asıl mücadelemiz şimdi başlıyor” derken bu mücadelelerin birinin de eğitim olduğunu biliyordu. Çeşitli deneyimler sonunda eğitimin en çok hangi kesime ulaşması gerektiğine önem vererek köylüyü öne çıkardı. Köylüyü eğitmeden Türkiye’nin eğitimde bir başarı sağlayamayacağını gördü, bu yönde yürüdü. Köy Enstitüleri bu bakışla kuruldu. Şu anda bu durum değişti. Eğitimin kime verilmesi gerektiğine bakılmıyor, eğitime kim para veriyorsa, eğitim için kimler para buluyorsa eğitim onlara verilmeli anlayışı üzülerek söylüyorum memleketimizde egemen olmuştur.

 

 

Yazarlık serüveni nasıl başladı?

Yozgat’tan sonra, İzmir’in Ödemiş İlçesi, Kurucaova Köyü’ne tayinim çıktı. Bu arada ilk çocuğum dünyaya gelmişti. Eşim ev hanımı olduğu için tek maaşla köyde rahat yaşayabiliyorduk. Daha sonra ikinci çocuğum olduğunda Tire’nin Kızılcaavlu köyüne atandım. Hayat pahalılığı ve enflasyon izlerini artırmaya başladı. Doların dokuz lira olduğu yıl, kendimi yan gelirler elde etme mecburiyetinde hissettim. Tütün, pamuk ekimleri yaptım. 1978 yılında da memleketim Tire’ye tayinim oldu. İstiklal İlkokulu’nda çalışmaya başladım. Ev kirası, tek maaş derken, Tanrı’nın hediyesi olan eşimden sonra, 1979 yılında diğer çocuklarımla birlikte özdeş iki erkek evladım oldu. Yaşamın zorlukları iyice omzuma çökmeye başladı. Triko işiyle ilgilenmeye, eşimle birlikte trikoculuk, halkın deyimiyle örgücülük işine başladık. Benim üniversitem dediğim Keçeciler Çarşısından edindiğim deneyimlerimle paranın nereden kazanılacağını seziyordum. 1983 yılına geldiğimde kazancım yetmemeye başladı. İleride elbette 4 çocuğumu üniversitede okutmak istiyordum. Benim yaşamımın ana kuralı çocuklarımın geleceği ve iyi bir okulda öğrenim görmesiydi. Devletin verdiği öğretmen maaşı ile gelecek kurulamayacağını anladım, şansımı denemeliyim diyerek 1983 yılında öğretmenlikten istifa ettim. Karşı çıkanlar oldu fakat kabul etmedim. Çünkü mesleğe 3 yıl sonra dönme şansım vardı. Yapmadığım iş kalmadı Pazarda çorap satmakla başladım, kömürcülük yaptım, evde triko işimizi devam ettirdik, sonrasında triko atölyesi açtım. Belirlediğim hedeflere adım adım ulaştım. Çünkü çocuklarım o şekilde üniversite okuyabilirler diyerek amacımı gerçekleştirdim. Çocuklarımın geleceği adına çalışmaktan başka bir amacım olmadı. O kadar işin arasında kitap okumayı sürdürdüm. 17 yaşında Atatürk’ün Nutuk ‘unu okumuştum. Öğretmen Okulu’nda takip etmeye başladığım Devrim gazetesinde, tüm kitaplarını okuduğum, Şevket Süreyya Aydemir, Ceyhun Atuf Kansu, Doğan Avcıoğlu, Uğur Mumcu önemli yol göstericilerimden oldu. Benim geleceğimde fikirlerimin temel taşlarını bu kişiler oluşturdu. Her alanda çok fazla kitap okudum. Ben sosyalist fikirleri öğrendiğim, içselleştirdiğim ve çekinmeden kendime ben bir sosyalistim diyebildiğim çağı, 30’lu yaşlara gelmeden yakalamıştım. Fakat sosyalist fikirleri beğenmeme rağmen benim hayatımda sosyalist bir devlet sistemi kurmak konusunda en ufak bir eylemim olmadı. Elinde olanakları olduğu halde benim ülkeme bir faydası olacak olsaydı Atatürk kurardı. Sosyalist sistemi kurmadığına göre benim bu işe kafa yormamın hiçbir anlamı yok diye düşünüyorum. Çok fazla okumakla elde ettiğiniz birikimleriniz yeri geliyor, sizi dürtüyor. Bir şeyler yapmanız bir şeyler yazmanız gerekiyor. 2 kitap yazdım, ilki Silinmeyen, ikincisi Söz.

 

 

 

Kitaplarınızda ne anlattınız, nereye varmak istediniz?

Silinmeyen isimli kitabım, özgürce daha rahat kendimi ifade ettiğim anılarımdan oluşan bir öykü kitabıydı. İkinci kitabım tamamen öykü, fakat ne olursanız olun, her öykünün ya içinde, ya kenarında ya dinleyici olarak, siz bir şeyleri yaşadığınız için yazabiliyorsunuz. Yani yazar muhakkak öykünün bir yerinde esinti olarak da olsa kendini katma durumu hissediyor. İçimden gelen bir dürtüyle yazar olmak amacım hiç yoktu. Sadece torunlarıma bir şeyler bırakmak amaçlı bir yola çıkışım oldu. Söz kitabımı da bu şekilde yazdım. İvriz hakkında kitap hazırlıyorum ama beni tatmin etmiyor. Yazmak istediğim şeyleri yazamıyorum. Kavga vermem gereken alanı çok iyi bildiğim halde, eş, aile baskısı veya toplumun şu an içine sürüklendiği durumu ya da okumanın günümüzde maalesef anlamsızlaştığı durumda yazmak istemedim. Benim bir deyimim var. Bir yazarı bir başka yazar okuyor, başkası okumuyor. Bu düşünce ile 2 yıldır tekrar bir kitap yazmaktan uzakta kaldım. Kendimi rahatsız hissediyorum, “muhakkak yazmam gerekir” diyorum. Elbette bir gün gene duygularım “yazmalısın” diyecek. Amacım o gün geldiğinde benim değil kitabımın konuşacağı bir kitap yazmak istiyorum. Düşüncem, insan kendisi için yazmalı. Ben böyle başladım. Dilim konuştuğum dil,  halkın konuştuğu dil. Bir yazar olmak, tanınmış bir insan olmak hedefim olmadı. Önce kendimi mutlu etmeliyim ki mutlu insanların sayısı artsın. Yazarlık serüveni elbette durmuyor. Bir şeyler gene yazıyoruz, dosya dosya birikiyor.

Yazmaya küsmüş gibi bir durum mu var ortada?

Halkımız ileriden beri okumayı sevmiyor. Cumhuriyetten önce okuma, yazma bilmediği için okumuyordu. Cumhuriyetle birlikte. Okuma yazma sanki biraz hareketlendi belki ama halk gene okumaya eğilim göstermedi. Beni bu konuda cesaretlendiren bir bilgiyi paylaşmak istiyorum. Türkiye’mizin edebiyatçıları içerisinde öykücülüğümüzü dünyaya açan ve tanıtan Sait Faik Abasıyanık’tır. Yazarın ilk ve ikinci kitabı biner adet basılmış, bu kitapların ikinci baskısının yapılması 18-20 yıl sonra olmuş. Bu önemli bir ölçü, dolayısıyla bizim kitaplarımızı bizi tanıyanların dışında kimse okumuyor, bizim de illa herkes bizi okusun diye bir kavgamız zaten yok. Olursa yazar olamayız, özgün olamayız. İvrizliler grubu olarak arkadaşlarımla birlikte toplantılarda konuştuğumuzda bir vefa hizmeti olarak anıları toplamaya karar verdik. Bu duygularla İvriz Öğretmen Okulu mezunları ve İvrizlilerden anılar toplamak istedik. Bu anıları bir kitapta “İvriz Anıları” olarak buluşturup arkadaşlarımla aldığımız kararlar gereği tüm İvrizlilere, çocuklarına, kalıcı armağan olarak, ücretsiz dağıtma fikri oluştu bende. Bunu arkadaşlarıma açtım, önce evet dediler, destek verdiler, sonra işler ağır aksak yürümeye başladı. Halkımız okumuyor diyorum ya bu da bende bir hayal kırıklığı yarattı. Hayal kırıklığı ama asla umutsuzluk değil. Yaşayan İvrizliler katılabildiği kadarıyla birer anısını diledikleri konularda yazsınlar ve bunu bir kitapta toplayalım dedim, 5 kişi anı gönderdi. Oysa en az 70-80 kişiyle telefonla görüşüp, yazdıklarımın yaptığım yayınların dışında düşüncemi anlatıp kendilerinden destek istedim, söz vermelerine rağmen olmadı. Farklı duygularla, belki benim kişiliğimle ilgili de olabilir. Hiçbir şey diyemem, kimseyi suçlayamam. Hatta şunu da söyleyebilirim. Toplantılarda bir araya geldiğim yüzlerce arkadaşlarımdan benim kitaplarımı okuyan sanırım otuz İvrizli ya vardır, ya yoktur. Yani ülkemin insanının gerçeği aynı İvrizlilerde de bunu gördüm. 5 anının üstünü benim yazmam gerekecek. Çünkü 1 yılda yalnız 5 anı gelebildi. Ondan sonra, dedim ki böyle bir anı kitabı olmaz, olursa senin yazacağın bir İvriz kitabı olur diyerek bu fikirden vazgeçtim. Ne olursa olsun, ilgi gösteren 5 arkadaşımın emeklerini muhakkak değerlendiririm, o anıları kalıcı hale getiririm.

 

 

Silinmeyen kitabınızda neler anlattınız?

Silinmeyen kitabımda iz bırakan anılar var. Dostlarım müthiş bir bellek var sende diye öteden beri söylerler. Gerçekten hafızam iyidir. Bazen entegre devrelerim iyi çalışıyor diye espri yaparım. Hafızamdan silinmeyen veya yaşantıma yön veren anılarımı torunlarıma aktarmak düşüncesiyle yola çıktım. Bunu ben nasıl yaparım diye düşündüm.Bir kitap olarak yazmam zor. Bu anılarımı arkadaşlarımla da paylaşırım düşüncesiyle sosyal medya hesaplarımda paylaştım. Bunları taşınabilir bellek ile çocuklarıma, torunlarıma vermek istedim. Paylaşımlarıma peş peşe olumlu çok güzel tepkiler geldi. “Siyah Çiçekli Tülbent “diye ilk kitabımdaki anıyı yazdığımda bir kadın öğretmen arkadaşım ağlayarak okudum diye telefon etti duygularını belirtmek için. Anılar ama hepsi kendi yaşadıklarımdan kesitler. Yazdıklarımı paylaşınca peş peşe telefonlar aldım. Arkadaşlarım yazılanları kitap yapmamı istiyordu. Bir arkadaşım redaksiyonu kendisinin yapacağını belirtti. Beni yüreklendirmeye başladılar. “Ayşegül’ü kim kurtardı?” adlı bir öyküm vardı. Tamamen birebir dakikası dakikasına yaşanılmış sözleriyle birlikte bir anıdır. Orada o anıda çok fazla yorumlar oluyordu. Bir arkadaş, yorumunda; “Arkadaşlar hepiniz yorumlarda bulunuyorsunuz, yazıyorsunuz ama Ayşegül kim diye merak edeniniz çıkmadı içinizden. Ayşegül benim kızımdı. Mustafa Kemal Benk aynen anlattığı gibi Ayşegül’ü böyle kurtardı” diye yazdı. Bu olay beni biraz daha cesaretlendirdi. O ilk kitabımın redaktörlüğünü yazar Öner Yağcı yaptı, basılmasına Ahmet Kahveci arkadaşım yardımcı oldu. Kitaptan sonra, basınla, medya ile yayıncılarla, edebiyat dünyasından insanlarla tanıştım. Yazı dilimi beğenip, yazmam için ısrar edenler olunca, bunu bir görev edinmem gerektiğini anladım. Öyleyse topluma yararlı olmalıydım. Çünkü o anıların her birinde muhakkak bir mesaj var. Gerek insanlık, gerek eğitimcilik, gerek özveriya da paylaşımcılık o anılarımın her biri bir şeyler verir. Öyküyü becerebileceğimi anladım ama bir yazar olarak yola çıkmadım.

 

 

Söz kitabınızda da anılar mı var?

Söz kitabımda da değişik konularda mesajlar içeren öyküler var. Bunların içerisinde kurgu olanları da var. Daha önce de söyledim. Her öyküde yazar ya içinde ya kenarında ya kıyısında ya kulaktan duyma veya görerek bir şeyler edinebiliyorsa, yazıya aktarabiliyor. Öykü yazmaya başladım, öykü yazarken de öyle bir şey oluyor ki, birisi size bir şeyi anlatıyor, ya birden bir anda hemen olayı toparlayarak bir öykü meydana çıkarıyorsunuz veya bir şey yazacaksınız, pekişiyor, pekişiyor, pekişiyor, bir anda bir dürtü geliyor, tıkır tıkır, yazıp noktayı koyuyorsunuz. “Söz” öyküm, benim Türk aydınının, Türk halkına gereken değeri vermediğini, bu konuda benim mücadelemin elitlere karşıtlığımın ya da elitlere de söylenecek bir şeyler olması gerektiğinin bir öyküsüdür. Tamamen bir kurgudur. “Söz” öykümü kitaba isim olarak koyduk. Bu kitapta, “Bir Fıkranın Öyküsü” adlı bir öykü vardır. Ben o fıkrayı siyasetçilerin devleti yöneten yöneticilerimizin niteliklerini ortaya çıkarmak amaçlı yayınladım. Bir mesaj olarak isimler farklı, tamamen kendi yaşantımdır. “Türk övün, çalış, güven” adlı öyküm, tamamen kendi yaşantımdır, Öykülerim çok sevildi.  Başta Öner Yağcı dostum olmak üzere ille yaz, yaz telkinleri aldım, tamam ben de yazıyorum, devamlı bir şeyler yazıyorum ama yayınlama olanağım yok. Kendi gönlüme göre bir şeyler yazmak istiyorum. İnsan sanatta da mücadele alanını seçmeli. Benim seçtiğim sanatta mücadele alanım, toplumcu gerçekçilik, Atatürk, akıl ve çağdaş bilim yolunda yürüyerek, bağnazlığa, tutuculuğa, zorbalığa, faşizme karşı bir direnişi anlatan, halkı bu konularda uyaran öyküler oluşturmaya çalışmak. Nâzım Hikmet’in dediği gibi,“Ben yanmasam sen yanmasan biz yanmasak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa.”

 

 

Gönlümden geçenleri yazdırmıyorlar bana. Ben korkmuyorum, çoluk çocuk engeli ile karşılaşıyorum. Bu kez beni tatmin etmeyen şeyler de yazmamı engelliyor. Sömürülen, güzel duyguları yok yere harcanan halkım için bir şeyler yazmam gerektiğini düşünüyorum. İnşallah ileride bu konularda çalışmalarım devam eder. Ama şimdilik, Berfin Bahar gibi dergilerde ve sosyal medyada yayımlamakla yetiniyorum. Bana bir zamanlar arkadaşım telefonda sordu; “Şöyle diyorsun, böyle diyorsun ama kendini nasıl tanımlıyorsun?” Ben kendimi tanımlarken ifadem şudur: Ben Kuvayı Milliyeci, sosyalist, devrimci bir Kemalist’im. Benim yönüm, çizgilerim, hedeflerim bunların ortak bileşenleridir. Ülkemizde pek çok insan kendini Atatürkçü olarak telaffuz ediyor. Atatürk benim en büyük idolüm. Ben herkes Atatürk olsun demiyorum. O da bir fani insandı. Onun yolu benim yolum. Bu da Kemalizm’dir. Kemalizm’i iyi öğrenelim. Kemalizm’in içerisinde sosyalistliği de bulursunuz, devrimciliği de bulursunuz, hak birliğini de bulursunuz. Sermaye ve yerli işbirlikçileri hiçbir zaman bize Kemalizm’i öğretmediler, öğrenilmesini istemediler. Bizler yine doğru bir yolda bu kavgayı sürdürüyoruz. Çünkü kime sorarsanız sorun, en karşı olandan, en az bilenine kadar herkes ben Atatürkçüyüm diyor, önemli olan söz değil, eylem. Ben Atatürkçüyüm diyorsun ama Atatürkçü ilkelerin ışığında halkın yanında olabiliyor musun? Yok. O zaman ben niye kendime Atatürkçüyüm diyeyim? Ben Atatürk’ün yolunda bir Kemalist’im. Kendimi böyle tanımlıyorum.

Exit mobile version