“BEN LEŞKEREM, SEN SERDARSEN…”

service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

“Ben leşkerem, sen serdarsen…”

 

İran’da bir kadın saçı göründüğü için ahlak polisleri tarafından sokak ortasında katledildi. İlk değildi. Son da olmayacak. İran’da milyonlarca kadın özgürce giyinemiyor ve çalışamıyor. Halbuki bir zamanlar İran Türkiye gibi moderndi. Nasıl böyle oldu?

İran, 1979 yılına gelene dek modern görünümü koruyordu. Özgür sayılabilecek bir basın, özerk üniversiteler, farklı siyasi görüşte partiler bulunuyordu. Fakat aynı yıl liberaller, solcular ve gericiler bir arada Cumhuriyet için isyan başlattı. Ve her şey değişti.  Türkiye ve İran… 1920’lere gelindiğinde iki ülke de ilerici düşünenler tarafından yönetiliyordu. Türkiye’de Atatürk, İran’da ise Rıza Pehlevi ön plana çıkmıştı. İki lider de modern ve ilericilik yanlısıydı. İran’da önce genelkurmay başkanı, sonra başbakan olan Rıza Pehlevi, 1925’te gücü tamamen arkasına alarak kendisini Şah ilan etti. 1. Dünya Savaşı’nın izlerini silen, isyanları bastıran ve iç çatışmaları ortadan kaldıran Şah Rıza’nın ardında ciddi bir halk desteği de vardı. Üstelik Şah Rıza, Afgan Kralı Amanullah gibi Atatürk’ün inkılaplarından etkilenmişti ve onları uygulamaya başlamıştı. Demiryolu politikaları, toprak reformu çabaları, sanayileşme hamlesi, fabrikalar ve bankaların kurulması dahil pek çok alanda Türkiye’yi izleniyordu. Türkiye ve İran ufak tefek sorunlarını da çözdükten sonra çok daha fazla yakınlaştı. Rıza Şah 1934’te Türkiye’yi ziyaret etti. Atatürk’le yaptığı görüşmede ona “Ben leşkerem, sen serdarsen” yani “ben askerim, sen komutansın” dedi.

Fakat Atatürk ve Rıza Şah arasında büyük farklar vardı. Gazi en başta mareşaldi. Aynı zamanda ciddi bir entelektüeldi ve memleketinin her tarafını gezip tozmuş bir halk insanıydı. Bunların ötesinde, ülkesini işgalden korumuş bir halaskardı. Yani kurtarıcıydı. Bunun yanında Rıza Şah düşük rütbeli bir subaydı. Çok ciddi başarıları yoktu. Entelektüel sayılmazdı ve Atatürk gibi tecrübeli değildi. Hepsinin ötesinde halkının halaskarı değildi. En büyük eksikliği, halkına dayanan bir cumhurbaşkanı değil, tacına dayanan bir şahtı. Atatürk devrimlerini sıralarken önce Cumhuriyet’i ilan etmiş akabinde gericilikle çok ciddi bir mücadele başlatmıştı. Gerici odakların maddi ve manevi gücü kırılmış ve neredeyse yok edilmişti. Akabinde eğitim hamlesiyle toplum kazanılmaya başlanmıştı. Şah Rıza’nın modernleşme hamleleri ileriye dönük olsa da hep eksikti. Modern okullar kurulmuştu ama gericilerin okulları hala yaşıyordu. Modern kanunlar getirilmişti ama gericilerin kanunları da yürürlükteydi. Bu eksiklikler nedeniyle İran’da gericilik daima diri kaldı. Şah Rıza Türkiye’yi adım adım takip ediyordu. Türk Dil Kurumu’na benzer bir kurum kurmuştu. Kılık kıyafet devrimi yaparak topluma modern bir görünüm kazandırmıştı. Dil devrimine girişerek Farsça’yı diriltmeye çabalamıştı. Ama gericilik hala kırsalda hakimdi. Şah Rıza’nın en kritik hatalarından birisi de kadınların kamusal alanda örtünmesini yasaklamak oldu. Atatürk bunu yapmamasını Afgan Kralı Amanullah’tan özellikle istemişti fakat kral dinlememişti. Şah Rıza da dinlemedi. Böylece gericiler, kadınları evde tutmaya başladı. Şah Rıza gericiliğe karşı Atatürk’ün inkılaplarını tam olarak atamadığı gibi modernist hamleleri nedeniyle onların düşmanlığını da kazandı. Türkiye’de yaşanan gerici kıpırtılar İran’da büyük huzursuzluk şeklinde cereyan ediyordu.

Türkiye, devrimlerini Atatürk’ün ardından da korumayı başarabilmişti. Çünkü Atatürk, gericiliği kıpırdayamaz hale getirmeye başarmıştı. Öte yandan ordu, devrimlerin bekçisi gibiydi ve halk Atatürk’ün devrimlerine asla sırtını dönmemişti. Fakat İran’da işler böyle gitmedi.  İran toplumu Şah Rıza’nın devrimlerine ciddi bir destek vermiyor ve gericiler tarafından sürekli manipüle ediliyordu ve İran devlet mekanizması yerli yerine oturmuş değildi. Bu istikrarsızlık 2. Dünya Savaşı’nda İran’ın işgaline yol açtı ve Şah Rıza tahtını terk etti. Humeyni isimli bir dinci, gerici saflarda Şah’a karşı bir direnişçi olarak simgeleşti. Şah onun idamını istese de dinci çevreler tarafından “idam edilemeyecek statüde” görülerek kurtulmayı başardı. Humeyni Türkiye, Irak, Fransa gibi ülkelere gönderildi. Sonuç olarak İran, devrimlerini eksik yapmıştı. Gericileri yok edememişti. Üstüne üstlük kötü politikalar nedeniyle devrimin ruhunu yitirmişti. İran yıllar içinde kutuplaşmış, bölünmüş ve istikrarını kaybetmişti. Bu gidişat 1979 yılında büyük bir isyan dalgasına neden oldu.  El ele veren solcular, liberaller ve gericiler Şah’a karşı büyük bir isyan başlatınca Şah yurt dışına kaçtı. Akabinde Humeyni İran’a döndü ve coşkulu şekilde karşılaştı. İlk başlarda üç grubun da devlette gücü bulunuyordu. Nitekim buluştukları ortak bir payda vardı. Esasen Humeyni ve taraftarları pek çok defa gerici çıkışlar yapmış ve dinci bir rejim hayal ettiklerini açık etmişti. Fakat diğer gruplar tehlikenin farkına varmamış ve ortak bir paydada ülkenin yönetimini sağlayabileceklerini düşünmüştü.  Yanıldıkları nokta şuydu: İrtica, sanılandan çok daha tehlikelidir. Zira demokrasi ile milyonları etkileyebilirsiniz, marksizmle de… Ama irticacıların ellerinde istismar ettikleri din bulunuyordu ve bu yolla toplumun neredeyse tamamını etkilemek mümkündü. İran modernleşmesi gericiliği yok edemediği gibi toplumun seviyesini de yükseltebilmiş değildi. Toplum maddi durumu kötü, yeterli eğitimi alamamış güruh halindeydi. Hele hele Beyaz Devrim nedeniyle köyden kente göçler arttığında, gericilerin ağlarına düşmüşlerdi.

(Con Sinov     @lordsinov sayfasından alıntıdır,,,)

 

 

 

İran’ın özgür kadınları

 

Fariba Davudi

İran’da siyasi çekişmeler sürerken kadın şarkıcı ve müzisyenlere yönelik yazısız yasaklar da her geçen gün artıyor. 1979 İslam Devrimi’nin akabinde kadınların solo şarkı söylemesi yasaklanmıştı. Bugün, 36 yıl sonra aşırı muhafazakârlar kadınların müzik aleti çalmasını da yasaklamaya çalışıyor.

İran’ın geleneksel redif musikisinde ustalık derecesine sahip olan şarkıcı Fariba Davudi, karşılaştığı zorlukları Al-Monitor’a şöyle anlatıyor: “İran’da yeni albüm çıkaramadım. Ahmedinejad döneminde durum daha da kötüydü. Bir öğrencim tutuklandığında İran’da daha fazla kalamayacağımı anladım.”

Davudi bugün Kanada’nın Halifax şehrinde Dalhousie Üniversitesi Sahne Sanatları Okulu’nda çalışıyor. Öğrencilerine İran musikisinin makamlarında şarkı söylemeyi öğretiyor. Kendisi de bu sanatı aralarında meşhur İranlı sanatçı Muhammed Rıza Şecaryan’nın olduğu değerli müzik hocalardan öğrenmiş.

 

Mahshar

Kadınların şarkı söylemesinin yasak olduğu İran’da 19 yaşındaki Mahshar’ın şarkılarının internet üzerinden yayınlanması hayatını değiştirdi. Hakkında tutuklanma emri verilen Mahshar ise ölüm korkusuyla Türkiye’ye kaçtı.  Mahshar, “ülkemizde kadınların şarkı söylemesi yasak, kardeşimle hazırladığım müzik CD’si çalındıktan sonra internet üzerinden yayınlandı ve hayatım karardı. Tutuklama emrim çıktı. Bu tür cezaları alan kadınlara ölüm cezası verildiği için korktum ve Türkiye’ye kaçtım” dedi.

 

Faike Ateşin  ya da bilinen adıyla Guguş

1970’li yıllarda İran’ın en sevilen kadın şarkıcısıydı. Onlarca albüm çıkardı, 500’den fazla filmde oynadı. Ancak 29 yaşında ve kariyerinin zirvesindeyken, ülkesinde rejim değişti.  İran’ın yeni yönetimi, önce şarkılarını yasakladı, sonra onu, “evlilik dışı bir ilişki sürdürdüğü” gerekçesiyle hapse attı.  Dönemin tüm sanatçıları yurt dışına kaçtı. Fakat o, bütün yaşadıklarına rağmen ülkesinde kalmayı tercih etti. Müziğe küstü, uzun ve sıkıntılı bir döneme girerek evine kapandı. 1990’lı yılların başında depresyon tedavisi gördüğü bir dönemde üçüncü eşiyle tanıştı. Onun desteğiyle hayata ve müziğe geri döndü. İran’ı terk edip, Amerika‘ya yerleşti ve yirmi yıl aradan sonra yeni bir albüm çıkardı. Onun müziğe geri dönüşü İranlılar tarafından coşkuyla karşılandı ve albüm satışları rekor kırdı.  Kısa sürede, yine zirveye çıkan, eski ününü kazanan Guguş, özellikle ülkesini terk etmek zorunda kalan İranlılar ve rejim karşıtları tarafından umudun ve özgürlüğün simgesi olmuştur.

 

 

Kızlar Bağırmaz

 

İran sineması için Ortadoğu ülkeleri arasında kadın sinemacıların en fazla olduğu ülke sineması olduğunu söyleyebiliriz. Füruğ Ferruhzad, Pouran Derakhshandeh, Rahşan Beni İtimad, Tahmineh Milani, Niki Kerimi, Semira ve Hana Makhmalbaf İran sinemasının kadın yönetmenlerinden bazıları

 

Füruğ Ferruhzad

İran’da kadın sinemacıların geçmişi rejim değişiminden öncesine dayanıyor. İran’ın 20.yy’da yetiştirdiği en önemli kadın şairi Füruğ Ferruhzad’ın 1962’de bitirdiği Ev Karadır (Khaneh siah ast) İran coğrafyasında bir kadının çektiği ilk filmdi. Tebriz’de cüzam hastalarını yerleştirdikleri bir bölgede yaşayanları filme alan şair, şiirsel bir anlatımla çarpıcı bir filme imza atmıştı. 1935 doğumlu şair, 22 dakikalık bu kısa ama öncü yapımından birkaç yıl sonra 1967’de hayatını kaybetti. Hem modern İran şiirinin hem de İran Yeni Dalga akımının duyarlı, naif bir yaratıcısı olarak İran sanat tarihindeki yerini aldı.

 

Pouran Derakhshandeh

1951 doğumlu yönetmen 1975 yılında Tahran’da Televizyon ve Sinema Üniversitesi’nden mezun oldu. İran’ın Kürt bölgesi Kirmanşahlı olan yönetmen, bir süre oradaki televizyonda çalıştıktan sonra Tahran’a dönüp oradaki televizyon kanalları için belgeseller yaptı. 1986’da ilk uzun metraj filmi Rabate’yi çekti. Son filmi 2013 yapımı Kızlar Bağırmaz’ın Malatya Uluslararası Film Festivali kapsamındaki gösterimi için Türkiye’ye de geldi.

 

Kızlar Bağırmaz’da kısa süre sonra evlenecek Şirin’in, ansızın bir erkeği öldürerek cinayet işlemesinden sonra idamla yargılanırken çocukken bir erkeğin sistemli tacizine uğradığının ortaya çıkmasıyla oluşan vicdan muhasebesi masaya yatırılır. Yönetmen bu filmde suç ve adalet kavramlarını cesurca sorgular. Film Fecir Film Festivali’nde İzleyici ve En İyi Film, Bağımsız Kadın Filmleri Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Film ödüllerini aldı. İran’da önemli bir izlenme oranına sahip olan film, kadınların sosyal hayattaki konumlarının ve adalet kavramının işlevleri üstüne önemli tartışmalara da olanak sağlamıştır.

 

Rahşan Beni İtimad

Rahşan Beni İtimad İran sinemasının ilk istikrarlı kadın yönetmeni olarak önemli bir misyonun sahibidir. 1954 doğumlu İtimad, rejim değişiminden önce asistanlık yaparak sinemada kendine yer edinmeye çalıştı. Televizyonda da çalışmalar yapan yönetmen, rejim değişikliğinden sonra kadınlara uygulanan kısıtlamalardan nasibini alarak televizyondaki işinden ayrılmak zorunda kaldı. Seksenlerin ortasından itibaren belgeseller ve kurgu filmler çekmeye başlayan yönetmen, kamerasını her dâim yoksulların üstünde tuttu. Köyden kente göç, ekonomik sıkıntılar, kenar mahallerdeki yaşam onun sinemasının merkezinde yer alan konulardan oldu.

 

Ferial Behzad

1955 doğumlu yönetmen, İran sinemasının Boston Üniversitesi’nde eğitim görmüş olan istisna bir yönetmenidir. 1990’da çektiği Kakoli filmiyle adını duyuran Behzad aralıklı yıllar içinde 1991’de Darre-ye shaparakha,1996’da Roozi ke Khastegar Amad ve 2001’de The Swallows in Love filmlerinde yönetmen koltuğuna oturdu.

 

Tahmineh Milani

1960 Tebriz doğumlu Milani, İran’ın en meşhur iki kadın yöneteninden biri. Özellikle çektiği iki ses getiren filmleriyle tanındı. 1999’da çektiği Do Zan (iki Kadın) ve 2001 yapımı Saklı Yarı (Nimeh-ye penhan) filmleri önemli politik dönüşümler yaşayan İran toplumunun yaşadıklarını kadın karakterler üzerinden resmetti.İki Kadın filmini çekebilmek için 7 yıl sansür kurulundakilerle cebelleşen Milani, filmi çektikten sonra da baskılardan kurtulamadı. Film, İran’ın yaşadığı dönüşümleri, rejim değişiminde solcu çevrelere uygulanan sistemli yok etme politikalarını, geriye dönüşlerle Musadık döneminin milli politikalarını ve genel olarak aile içinde ve toplumsal dünyada kadınlara uygulanan baskıları gözler önüne seren bir yapım oldu. Filmden sonra tutuklanan Tahmineh Milani, mevcut İran rejimine ve İslami kurallara karşı geldiği iddiasıyla idamla yargılandı. İç ve dış baskılardan ötürü serbest bırakılan yönetmen, çalışmalarına bildiği yönde devam etmeyi sürdürdü.

 

Niki Kerimi

1971 Tahran doğumlu Kerimi için birçok kaynakta İran sinemasının ilk kadın starı yorumları yapılıyor. Oyuncu olarak oldukça önemli bir kariyer yapan kerimi, ulusal ve uluslararası çok sayıda film festivalinde en iyi kadın oyuncu ödülünü aldı. 1990’da Vesvese filmiyle başladığı oyunculuk kariyerinde 50’ye yakın filmde rol aldı. 2005’te Bir Gece filmiyle yönetmen koltuğuna oturdu. Bir yıl sonra A Few Days Later… filmiyle yönetmenliğini sürdürmek istediğini gösterdi. Birkaç yıl yine oyunculuğa ağırlık verdikten sonra 2011’de Final Whistle ve 2015’te Night Shift filmlerini çekti.

 

Ida Panahandeh

İran sineması ülkenin her yerine yaptığı sinema yatırımlarıyla yeni yetişen genç yönetmenlerin ortaya çıkmasına uygun bir zemin oluşturmuş halde. Devletin bu yaklaşımının doğal sonucu olarak da İran’ın bütün bölgelerinde özellikle kısa filmler düzeyinde önemli bir üretim söz konusudur. 1979 doğumlu Ida Panahandeh bu kültürel iklimin ürünü olarak 2005’ten beri çok sayıda kısa film ve belgeseller yaparak sinemasını geliştirdi. 2015’te ilk uzun metraj kurgu çalışması Nahit’i çeken yönetmen Cannes Film Festivali’nin Belli Bir Bakış bölümünde yarışmış ve Avenir ödülünü almıştı.

 

Tepki Ver | Tepki verilmemiş
0
harika
Harika
0
_ok_do_ru
Çok Doğru
0
kat_l_yorum
Katılıyorum
0
_a_rm_
Şaşırmış
0
_zg_n
Üzgün
“BEN LEŞKEREM, SEN SERDARSEN…”
Giriş Yap

Balıkesir Haberleri ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!