Babam Süleyman Sönmez’in ardında bıraktıkları

Babam hayatını okuyarak geçirdi. Vefatıyla kütüphanesinde binlerce kitap öksüz kaldı. Bizlere okuma iştiyakını o kazandırmıştı. Tek maaşlı bir aile olsak da çocukluğumda evimize 3 gazete ve  5 dergi girerdi düzenli olarak. Arabamız yoktu ve uzun süre kirada oturduk ancak babam kitap ve kültür harcamalarından hiç kısmazdı. Türkiye’nin liberalleştiği ve ekonominin her yeri istila ettiği 80 sonrası dönemde büyümemize rağmen soframızda “para” konuşulduğunu hatırlamam.

süleyman-sönmez

14 Şubat günü babam Süleyman Sönmez’i kaybettik. Kendisi 1,5 senedir kanserle mücadele ediyordu. Bu süreçte tıbbi müdahaleyi kabul etmedi ve doğal yollarla iyileşmeye çalıştı. Belki başarılı olabilirdi ancak emr-i hak vaki oldu.

Beraber yaşıyorduk. Evinde ailesinin ve torunlarının yanında son nefesini verdi.

 

76 yaşındaydı. Ardında Türkiye’nin dört bir yanında öğretmen ve akademisyen olarak görev yapan binlerce öğrenci bıraktı.  Yüzlerce sayfa makale ve ders notu, onlarca kitap çalışması kaldı imzasının olduğu. Hasta olduğu 1,5 sene zarfında Tarık Sürmelioğlu beyefendinin davetiyle Politika gazetesinde köşe yazıları yazmaya devam etti.

 

Onun gözümüzün önünde eridiğine şahit olduk. Her gün adım adım ölüme gittiğini bildiği halde neşesini ve çalışma azmini hiç yitirmedi. Gözleri çok bozuk olmasına rağmen okumaya devam etti. Ona en son TÜYAP’tan Refik Halit Karay’ın 18 ciltlik Memleket Yazıları’nı almıştım. İki cildini bitirdi. Üzerinde sohbet ederdik. Vefatından 3 hafta kadar önce Bernard Lewis’in Modern Türkiye’nin doğuşu adlı kitabını bitirmişti. Fuat Köprülü’nün İslam Medeniyeti tarihi, Emil Dermenghem’in Hz. Muhammed adlı kitapları ölmeden önce okuduğu bazı kitaplardı.

 

Her gün Almanca çalışır, internette makale ve kitap tetkikleri yapar ve acıları elverdiğince öğrendiği yeni bilgileri bizimle paylaşırdı.  Kanserin ne kadar ağrılı bir hastalık olduğunu yakınlarıyla bu süreci yaşamış olanlar bilir. Babam son yılını ağrıdan iki büklüm geçirdi. Bu çalışmaları ona rağmen sürdürdü. Bazı geceler ağrıdan sabahladığını bilirdik. Belki bir sene boyunca yatağa hiç uzanıp yatmadı. Ağrıları elvermiyordu. Ben kendimi cesur ve dayanıklı sayardım ama babamın her gün yaklaşan ölüme ve tahammül edilmez acılara rağmen neşesini, öğrenme azmini ve nezaketini hiç yitirmediğini görerek asıl cesaretin ve dayanıklılığın ne olduğunu ondan öğrendim. Son anlarında cesareti ve nezaketi ile tüm aileye örnek oldu. Bazı insanlar hastalık psikolojisiyle daha talepkâr ve agresif olabiliyorlar. O ölüme doğru daha nazik ve anlayışlı olmuştu.

 

Babam hayatını okuyarak geçirdi. Vefatıyla kütüphanesinde binlerce kitap öksüz kaldı. Bizlere okuma iştiyakını o kazandırmıştı. Tek maaşlı bir aile olsak da çocukluğumda evimize 3 gazete ve  5 dergi girerdi düzenli olarak. Arabamız yoktu ve uzun süre kirada oturduk ancak babam kitap ve kültür harcamalarından hiç kısmazdı. Türkiye’nin liberalleştiği ve ekonominin her yeri istila ettiği 80 sonrası dönemde büyümemize rağmen soframızda “para” konuşulduğunu hatırlamam.

 

Bazen birbirimize girecek kadar tarih, felsefe, doğa bilimleri ve din üzerine tartıştığımız olurdu. Bizi böyle bir ortamda büyüttü. Babam dindar bir insandı. Türkiye’de dindar olmanın zor olduğu 28 Şubat döneminde de dindardı ve bunu hiç saklamadı. Bunun sıkıntılarını yaşamıştır. Türkiye’de dindar olmanın ya da görünmenin büyük kazanımları olduğu dönemi de yaşadı ve o dönemde emekli oldu.

 

Ancak hayatı boyunca hiçbir gruba, kişiye ve güce boyun eğmeyen ve tabi olmayan bir yapısı olduğundan dolayı hiçbir dönem onun dönemi olmadı. Kısaca o hiç kimsenin adamı olmadı. Kardeşim ve bana içten içe bıraktığı en büyük miras budur. Büyük adamları, büyük olayları, tumturaklı işleri ciddiye almazdı. Benim gençlik dönemimde işlere, insanlara ve olaylara dair yaptığım abartılı değerlendirmeleri “bence beş para etmez” diyerek kestirir atardı. Babamın dünyayı tanımadığını, hayatın ve ekonominin gerçeklerini bilmediğini ve kendi kabuğunda yaşadığını düşünürdüm. Onun beş para etmez dediği insanların, olayların ve nesnelerin “beş para etmediğini” 45 yaşında öğrendim.

 

Doğayı çok severdi. İmkânı olsa saatlerce kırlarda gezer kuşları dinler ve çiçekleri temaşa ederdi. Taşların ve kayaların bile dilini bilirdi. Çift anadal yapmıştı Aynı zamanda çok iyi bir Jeologdu. Benim bir doğa bilimci olmamı çok istedi. Ama ben muhtemelen onun akademide yaşadığı sıkıntılardan etkilendiğimden o yolu hiç tercih etmedim. Doğa bilimleri benim için bir hobi olarak kaldı. Hastalığın onu odasına hapsettiği son günlerine kadar arabayla, torunlarını da alarak kırlara açılırdık.

 

Nefesi yettiğince coğrafyadan, tarihten, jeolojiden bahsetmeyi sürdürürdü. Her yere açılan taş olacakları, kesilen ormanlar, madenler onu çok üzerdi. Öylesine üzerdi ki içki ve sigara kullanmayan bu adamın hastalığına bu içten üzülmelerin neden olduğunu düşünürüm. Vatan ve millet sevgisi çok derindi. Bize tarih şuurunu o kazandırmıştı. Ülkenin doğasına ve tarihine kasteden her vurdumduymazlığı ve kaybolan her değeri çok derin bir teessürle yaşardı. Bu artık örneği kalmamış bir vatanperverlik anlayışıdır. Onun hayatı boyunca karşılıksız bırakılan bu hissiyatı bende her türlü hamasete karşı derin bir şüphe ve tiksinti uyanmasına sebep olmuştur. Üniversite düzeyinde tarih dersi verecek kadar derin bir tarih bilgisine ve geniş bir kütüphaneye sahipti.

 

İnsanlara karşı hep nazik ve dikkatli olmuştur. Çok mütevazi davranırdı. Ben onun hep fazla mütevazi olduğunu ve bu nedenle haksız muamelelere maruz kaldığını düşünmüşümdür. Para ve mal hırsı hiç olmadı. Ne bizim kazandıklarımızı ne de kaybettiklerimizi hiç ciddiye almamıştır. O, gözlerini tabiatın namütenahi güzelliklerinin aldığı ve bıraksalar sonsuza kadar bir temaşa halinde kalabilecek ancak günlük yaşamın koşuşturmalarının bir ağrı gibi boynuna asıldığı, hayatı kıyısından tutan bir adamdı. Sanki iş olsun diye yaşıyordu. Bir tarafıyla çoktan sonsuzluktaydı.  İyileşirse en büyük arzusu kırlarda saatlerce ve özgürce dolaşabilmekti, bize bunu söylerken bir tarafıyla hiç iyileşemeyeceğini bildiğini bugün anlıyoruz.

 

Öldüğünde ailenin reisliğini üstlendim. Cenaze işleri ve akrabalar derken yokluğunu hissetmedim. Sonraları baktığım her dağ zirvesini, gördüğüm her kuşu ve ağacı artık ona anlatamayacağımı anladım. Gitmişti. Büyük bir şey eksilterek gitti. Onu yaşarken anlamak zordur. Ancak hayatını bir bedenden ziyade bir fikir, bir ideal, bir heyecan olarak yaşadığı için onun ölümsüzlüğünü ve ebediliğini derinden hissediyorum. Bize bıraktığı koşulsuzca doğru olmak, koşulsuzca adil olmak ve boyun eğmemek prensipleri kardeşim ve bende ve oğullarımda yaşayacak.

 

Hayatı boyunca rol yapmaktan, sahte sevgi ve ilgi gösterilerinden hiç hoşlanmadı. O nedenle cenazesini duyurmadım. Yakınları ve onu gerçekten önemseyenler dışında kimsenin katılmasını istemedim.  Mezarına birkaç kurumuş meşe yaprağı ve vakit geçirmeyi sevdiği tepeliklerden aldığım bir avuç toprak götürdüm. Soğuk bir gündü öldüğünde. Soğuk ve sisli havaları çok severdi. Evin önünde helallik alınırken yakındaki kuru dikenlerin üzerine çok sevdiği ve esaretlerine çok üzüldüğü bir saka kuşunun gelip konduğunu ve biraz ötüp gittiğini izledim.

 

Aslen İstanbulluydu. 3 kuşaktır İstanbul’da yaşayan öncesi Kırım göçmeni olan denizci bir babanın oğluydu. 1980 yılında geldiği Balıkesir’de 40 yıl akademisyen olarak çalıştı. Bu şehri gerçekten sevdi. Bu şehre sessiz sedasız işleyen derin bir emeği vardır. O nedenle ölümünün ardından oğlu olarak tarihe not düşmek istedim.

 

Exit mobile version