12 gün sonra sandığa gidip, bir Cumhurbaşkanı adayı ile 600 adet milletvekili adayına görev vermek için, oylarımızı kullanacağız. Ülkemizi yönetmekten bu vatandaşlarımızı sorumlu kılacağız. “Al senin olsun” deyip, devleti kendilerine vermeyeceğiz elbette. Sadece geçici bir sorumluluğu teslim edip, sınırlı bir süre ülkeyi yönetmelerini isteyeceğiz. Ancak, ülkemizdeki mevcut haliyle Cumhurbaşkanlığı makamı olağanüstü yetkilerle donatılmış bir durumda ama Meclis pek de “güçlü yetkilere” sahip değil. Bunun yarattığı çeşitli sorunlar var ne yazık ki. Halk da günlük hayatında bu sorunları doğrudan yaşıyor. Kurallar sürekli değişiyor, hatta kuralsızlık kural haline geliyor, yasalar torbaya doldurulup nokta atışıyla değişiklikler yapılıyor, yasama sadece bir tasdik makamı olarak çalışıyor. Meclis’in denetimi lafta kalıyor, yürütmeye ve yargıya yönelik talimat gibi açıklamalar bile yapılıyor. Sonuçta tek kişinin tercihleriyle yönetiliyor ülke ve sadece küçük bir azınlık için yaşam çok tatlı hale geliyor ama milyonların yaşamını da her geçen gün çekilmez kılınıyor.
ŞEFFAF, AÇIK VE HESAP VEREN BİR YÖNETİM SİSTEMİ GEREKİYOR
Bu nedenlerle, demokrasi artık bir zorunluluk ülkemiz için. Şeffaf, açık ve hesap veren bir yönetim sistemi gerekiyor. Büyük bir çoğunlukla halkın tercihinin bu yönde olduğunu görüyoruz. Zira vatandaşların önemli bir bölümü “son kez ver oyunu, Türkiye’yi uçuralım” sözlerine inandılar ama sonunda ülke de uçurumun kenarına kadar geldi böylece. Artık buradan bir çıkış gerektiğinin herkes farkında. Bu nedenle, yan yana gelmesi bile zor olanların “birleşmesi” bir çözüm olabildi ülkemizde. Aslında bu anlamda, uygulamalarıyla ve ülkeyi getirdiği durum nedeniyle, bugün demokrasi talep eden tüm siyasi partileri ve kesimleri bir araya getiren de mevcut iktidarın ta kendisi oldu. Seçmenin kendilerine verdiği bütün kredileri özensizce tükettiler. Çözüm diye yaptıklarının asla bir çözüm olmadığı da iyice ortaya çıktı. Artık iktidardan gitmeleri gerekiyor. Zira bu halleriyle, ülkenin önünü tıkıyorlar.
EKONOMİYİ DÜZELTECEK SOMUT ÖNERİLER YOK
Fakat gitmeye hiç niyetleri yok gibiler değil mi? Koltuklarını asla bırakmak istemiyorlar. Zira o koltuklardan kalktıkları an, tüm ayrıcalıklarını ve zenginliklerini kaybedeceklerini görüyorlar. Ancak, seçim öncesi bol keseden dağıttıkları bu kadar paraya, verdikleri vaatlere rağmen kaybedecekler. Ekonominin durumunu düzeltecek somut önerileri bile olmadığı için, konuyu devletin gemisini, uydusunu, hava aracını, tankını, topunu kendi varlıklarıymış gibi göstermeye kadar geldiler. Bunlar da yetmeyecek. Nasıl rafine edildiği bile belli olmayan bir gazı yakarak, fiktif borçla varlığı artmış gösterilen Merkez Bankası’yla övünerek, acele konut temelleri atarak, son dakika “yarısı bizden” formülüyle kentsel dönüşüm sıralamaları yaparak, yani sadece algıları yöneterek yenilgisini önlemeye çalışıyor iktidar. O da yetmeyecek. Çünkü vatandaşlar artık umut ve değişim istiyorlar. Oysa iktidar umudu değil, sadece baskıyı temsil ediyor bugün. Bunu fark ettikleri için de, nefret dilinde dozu arttırıyorlar. Rekabet etmek, proje açıklamak, yarışmak da yok artık. Hakaret ve aslı olmayan yakıştırmalar ise havada uçuşuyor. Bunu yaparken, sokağı etkileyeceklerini de bilmiyormuş gibi davranıyorlar.
SECCADE VE ŞAMPANYA…
Bu durum tedirginliği arttırıyor toplumda. Herkesin dikkatini çektiği gibi, muhalefetteki partilerin başkanları veya sözcüleri son günlerde medyada, halkla tüm buluşmalarında veya basın açıklamalarında sık sık “seçime gidiyoruz, savaşa değil” diyerek iktidar tarafının gerilim yaratan tarzına işaret etmek zorunda hissediyorlar kendilerini. Bir algı çalışması veya lüzumsuz bir tedirginlik ifadesi de değil söyledikleri. Bu hususu vurgulamak zorunda kalmalarına neden olan belirtiler o kadar açık ki. İktidar tarafı “masanın altı” söylemini veya “seccade” konusunu hala bitiremedi, kullanmaya devam ediyor. Fakat buradan, umdukları çıkmayınca, ellerini yükselttiler biraz. Mesela, Binali Yıldırım “bu seçim işgalcilere karşı istiklal mücadelesidir” diyerek konuyu çok farklı bir alana çekti. Öyle kağıda bakarken şaşırarak falan da değil, doğrudan söyledi bunu. Sonra, Süleyman Soylu bunun yanına “14 Mayıs’ın bir darbe olacağı” ifadesini koydu. Yıllardır tabu haline getirdikleri sandıktan şimdi “darbe” diye söz edilmesi şaşkınlık yaratmışken hızını alamadı, bu sefer de “LGBTİ+” muhabbetine girdi. O camiadan bazılarının “hayvanlarla evlenmek istediklerini” ileri sürmek suretiyle herkesi dehşete düşürdü bu sefer. Bekir Bozdağ da geri kalmadı. O da çıkıp sonuçlar üzerinden bir değerlendirme yaptı ve “14 Mayıs’ın akşamı Türkiye’de iki fotoğraftan biriyle karşılaşılır. Ya şampanya patlatıp bunu sabaha kadar kutlayanlar olacak ya da temiz alnını şükür için secdeye koyup Rabb’ine hamdedenler olacak.” dedi.
HER ZAMANKİ FORMÜL: BİZ YA DA ONLAR…
Velhasıl bu söylemlere bakınca, sanki vatandaşlar değil de sandığa aklarla karalar veya meleklerle şeytanlar gidecekmiş gibi oluyor. Haliyle bu şekilde ifadeler artınca, muhalefet de tepkilerini dile getiriyor. Vatandaşlar ise “bakalım seçime kadar daha neler duyacak ve neler yaşayacağız” diyerek huzursuz oluyor. Elbette, gerçek amaç da bu aslında. Tedirginlik yaratmak ve “onlar ya da biz” formülünü kullanmak, senelerdir uygulanıyor zaten. Bu sefer de seçimlerde muhalefeti şeytanlaştırarak ve karşıtlıklar üzerinden toplumu bölerek kazanç sağlanmaya çalışılıyor. Peki gerçekten de “amaca varmak için her şey mübah” mı olmalı siyasette? Bu ülkenin vatandaşları daha ne kadar süreyle, koyun yerine konulup içimizdeki kurtlardan korkarak yaşayacaklar ve çobana kurtarıcı olarak sarılacaklar acaba? Umut edilen nedir, mecbur muyuz böyle yaşamaya? Şimdi diyelim ki, köyünüze muhtar adayı oldunuz ve tüm rakiplerinizi kötüleyerek, suçlayarak, şeytan gibi göstererek, onlara hakaretler yağdırarak bir kampanya yaptınız. Seçimi kazansanız bile, sonrasında huzurlu bir yaşam sağlayabilir misiniz o köyde? Mümkün bile olamaz değil mi? Peki ülkede nasıl mümkün olacak ki bu?
DEMOKRATİK BİR CUMHURİYET OLABİLMELİYİZ ARTIK
Farklılıklarımızla bir arada olmak, birbirimizi anlamak ve uzlaştığımız bir toplum sözleşmesi çerçevesinde hep birlikte kurallara uyarak yaşamak çok daha akılcı değil mi? Sağduyu bugün artık çok daha fazla gerekiyor ülkemize. Muhalifken mağdur, iktidardayken zalim olunabilir mi? Vaktiyle eleştirdiklerine dönüşerek adil olunabilir mi? Hepimize gereken demokrasi ve hukukun üstünlüğü değil mi? Kimlikler üzerinden toplumu bölme gayretiyle, tek tip insan yaratma çabasıyla Cumhuriyetin ilk yüzyılının önemli bir bölümünü boşa harcadık aslında. Herkes üzerine düşeni yapmalı ve ikinci yüzyılımızda demokratik bir Cumhuriyet olmayı becermeliyiz artık. Yıllarca hep “öteki” yaratmaya çalışıldı. Devleti layıkıyla yönetme becerisini gösteremeyenler, her seferinde “bu iş bana göre değilmiş” demedi, aksine bir günah keçisi bulmaya çalıştı. Fakat her gelen de işini hakkıyla yapmak yerine, uzun müddet değişmeyecek yepyeni bir düzen kurmaya kalktı öncelikle. “Sofra da bende, sopa da” deyip, elde ettiği gücü yanlış yolda kullandı. Başarısızlıklarını örtmek için de din veya milliyet dedi, cami avlusunda şehit tabutuna örtülü bayrağa elini koyup nutuk attı, nihayet en sonunda camide miting bile yaptı. Peki ne oldu? Daha mı müreffeh oldu ülkemiz, huzurlu muyuz hepimiz, çocuklarımızın geleceği garantili mi, paramız çok mu değerli oldu dünyada? Yoksa ancak yüzde 12,5 tefeci faiziyle döviz borcu bulabilen bir ülke haline mi geldik?
HUZUR VE İSTİKRAR İSTİYORUZ
Şimdi artık kazasız, belasız gitmek istiyoruz bu seçime. Salgın, kriz, deprem derken çok acılar çekti ülkemiz. Yeni bir takım dertler daha gerekmiyor bize. Sandığa gidelim, halkın iradesini aynen yansıtacak bir güven ortamı ve denetim sağlansın, vatandaş da devlete ve kamu görevlisine yardımcı olsun, sonuçlara da herkes rıza göstersin. Olması gereken bu. Halk beceremeyeni iktidardan gönderme hakkına sahip elbette. Aksi düşünülemez bile. Türkiye’nin ilk yüzyılında nice iktidar değişimleri de oldu ama gerçekten demokratik bir sistemi oturtmayı başaramadık ne yazık ki. Demokrasimiz sık sık askıya alındı, işlediği dönemler de ise “bir hayli temsili” olageldi. Siyasi parti elitleri belirledi adayları, vatandaştan da bunu oylaması istendi. Bu sefer ise yapılacak seçimin ruhunda olan, bir kişi veya bir partiyi tercih etmek değil aslında. Sadece demokrasiye dönüşü oylayacağız. Ülkemizde zaten vatandaşlar demokratik tepkisini anında göstermez ama sabırla da sandığı bekler. Hesabını da sandıkta keser. Bu anlamda dirençlidir demokrasimiz. Üstelik o kadar çok yolsuzluk, yoksulluk ve yalan gördü ki bu halk, artık “çalmaya değil, çalışmaya gelsinler yeter” diyor. Mezhebe, etnik aidiyete, köken meselesine falan da bakmıyor bile. Aş, iş, gelecek, huzur, istikrar diyor sadece. Bunları sağlayacağını ifade eden, sakin ve sağduyulu davranan Kemal Kılıçdaroğlu’nu da bağrına basıyor. Öyle kötü koşullara geldi ki ülkemiz, ikinci tura kadar geçecek zamanın bile bizi çok daha geriye götüreceğini görüyor vatandaşlar.
14 MAYIS DEMOKRASİ SINAVI
Halkımız bu seçimde aklın yolunu tercih edecek, doğru adayı ilk turda ve tartışılmayacak bir farkla seçecek. Meclis’te de haliyle çoğunluğu muhalefete verecek. Bu nedenle sandığa mutlaka gitmesi gerektiğinin farkında vatandaş. Boykotun anlamı bile yok bugün. Akla kara kadar ortada her şey. Kararsız kalmak da mümkün değil asla. Muhtemelen pek çok seçmen, tam da gönlünden geçen partiye değil de, kazanması daha mümkün olan muhalefet adayına oyunu verecek. 14 Mayıs bir demokrasi sınavı olacak hem bireyler ve hem de ülkemiz için. İnanın tüm dünyanın gözleri de üzerimizde olacak. Bu seçimi bir sonuç gibi değil başlangıç olarak düşünmemiz de gerekiyor. Zira uzlaşmak ve birleşerek kazanmak çok güzel ama bu sistemi değiştirmek de zorunluluk artık ülkemizde. Seçim bitince de elbette dağılmayacak bu uzlaşma, daha yapacak o kadar çok işimiz var ki. Onları da, ancak “hep birlikte” olursak başaracağız.