MARMARA’NIN MÜSİLAJI, EGE’NİN DERİN DEŞARJI!

 

ÇEVRE mücadelesi, uzun soluklu bir yürüyüştür ülkemizde. Hedeflere kısa sürede ulaşılamaz, hukuk yolu ağır işler, çoğu kez aklın yolu da “bir” değildir. Zira günümüzde doğrularla yanlışları ayırırken geçerli kıstas “kamusal yarar” değil de, çoğu kez “kısa vadeli çıkar” haline geldiği için, bir doğa yağmasına veya çevre kirliliği sorununa müdahale ettiğinizde, bu konuda her türlü çizgi dışı yöntemin denendiğine de şahit olursunuz. Arkadan dolanan, sinsice yol döşeyen, siyaset kurumundan dayanak bulan, ayrıcalıklar peşinde koşan epeyce kişi, şirket, çıkar grubu görürsünüz. Yasa değiştiren, gücü buna yetmeyince bir yönetmelik değişikliğiyle çözüm elde etmeye kalkışanlar bile görülür. Böylelerine engel olmak istediğinizde, karşınıza bir anda kolluk kuvvetleri veya yargı da çıkabilir üstelik. Haklıyken haksız, korumaya çalışırken saldırgan, yasayı uygulatmaya uğraşırken yasa tanımayan taraf oluverirsiniz bir anda.

Hukukun kapısını çalmak da her zaman çözüm olamaz. Çünkü açtığınız dava yıllar sonra sonuçlandığında, çoğu kez iş işten geçmiş, doğa bozulduğuyla kalmış veya çevre kirliliği geri dönüşü mümkün olmayan bir boyuta varmıştır. Çevre mücadelesine vatandaşların yaklaşımı da ilginçtir. Kendi yaşam alanındaki bir sorunla ilgili, daha işin başında uyarıda bulunanlara pek aldırmaz da, ancak bıçak kemiğe dayanıp kendisini doğrudan etkilenmeye başlayınca ayağa kalkar. Elbette, vakit doğruysa iyidir ayağa kalkmak ama geç kalındığında pek yararı olmaz.

Siyaset kurumu ise genelde “algı yönetimi” açısından bakar çevre konusuna. Rakibine dokunan çevre sorununa dört elle sarılır ama ucu kendisine dokunana sesi çıkmaz.  Tabi ki siyasetçilerin neredeyse hepsi, fena halde “çevreci” olduklarını söylerler ama içlerinde samimi olanlar bir hayli azdır. “Bir çevre programınız var mı?” diye sorduğunuz siyasetçi “yok ama beraber yaparız” der ama sonra hatırlamaz bile bunu. Velhasıl zordur çevre mücadelesi ülkemizde. Hem sonuç almak açısından zordur, hem de mesela bir küçük yerleşimde bile, öyle farklı, öyle çetrefil ve o kadar çok sayıda konu çıkar ki karşınıza, başınız döner ilk baktığınızda. Uzmanlarını bulamazsınız, hukuk tecrübesi olan azdır, anlamadığınız bir sürü teknik detayla tanışmak zorunda kalırsınız. Sonuçta haliyle iş başa düşer, konuyu kavramak ve çözüm bulmak için okumaya, araştırmaya koyulursunuz. Birkaç yılda birkaç üniversite bitirmiş kadar bilgi sahibi olursunuz böylece.

 

TORUNLARIMIZIN YÜZÜNE RAHATÇA BAKABİLMEK İÇİN…

Sorgulayıp, araştırdıkça çevre sorunlarını, yola çıkarken aklınıza bile gelmeyen birçok detayla karşılaşırsınız. O nedenle de, her farklı konuda, işi çok iyi araştırıp tüm detaylara hakim olmak gereğini bir kez daha anlarsınız. Doğru bilgiye ulaşmak da bir hayli zordur ülkemizde. Türlü çeşitli kurumun, kuruluşun, şahsın kapısını çalıp bilgi kırıntılarının peşinde koşarsınız. Aralarında size ziyadesiyle yardımcı olanlar da çıkar elbette. Mesela bir amir “ser verip sır vermez” tarzda davranır ama sahada çalışan sıradan bir emektar size yardımcı oluverir. Bazen bir tek cümle, bir ufacık görüş bile yolunuzu aydınlatır, çözümü gösterir. Bazen o kapılar size hiç açılmaz, hem kulaklar ve hem de gönüller sağırdır. Bazen de sizin ilgilendiğiniz bir çevre sorunundan kendisine paye çıkartmaya kalkışanlar doluşur başınıza. Yerel yönetim, siyasi parti, siyasetçi, hatta dernek veya sivil toplum kuruluşu bile olabilir bunlar. Öyle işler yaparlar ki, adeta hayat dersi verirler size. Yağmur olsan, onların tarlasına yağmadığın sürece kıymetin yoktur akılları sıra. Halbuki o yağmur her tarlaya lazımdır, bunu da asla anlamazlar. Kendi yaşam alanınla, çevrenle ilgilendiğin için kiminin hoşuna gidersin, kiminin de zoruna. Fakat zoruna gittiklerin çok daha fazladır. Bunların başında da yöneticiler gelir nedense. Her ne kadar, Anayasa’nın 56. Maddesi açıkça “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir” diye tanımlamış olsa da, bazı yöneticiler ısrarla o maddede ödev verilen vatandaşların, tam da bu çevreciler olduğunu anlamak istemezler. “Sağ olun, uyarılarınızla bize yardımcı oluyorsunuz, iyi ki varsınız” diyen bir yönetici bulmak, görmek, duymak oldukça zordur çevre mücadelesi verenler açısından. Vaziyet ne yazık ki böyle, hatta eksiği bile var söylediklerimin. Ancak çevreciler, vatandaşlık haklarını kullanmak ve ileride torunlarının yüzüne de gönül rahatlığıyla bakabilmek adına, doğruları söylemeye devam ediyorlar ve edecekler.

 

FOSEPTİK ÇUKURUNA DÖNEN MARMARA DENİZİ ARTIK PES ETTİ

Gerçekleri görmekten korkmanın hiç kimseye faydası yok. Mesela denizlerin kirletilmesi konusunda yıllardır hem bilim insanları ve hem de çevreciler sürekli uyarıyorlar yönetenleri değil mi? Ulusal ve yerel ölçekte denizlerin reel durumunu sergileyip, gelecekte neler yaşanabileceğini söylüyorlar. Fakat dinletebildiler mi? Hayır. Peki dinletemedikleri o sorun ne oldu? Ortadan mı kayboldu? Yine hayır. Aksine, geçen yıl Marmara’da müsilaj oldu, dikildi hepimizin karşısına değil mi? Çanakkale Boğazı açıklarında bile görüldü, hatta neredeyse Ege’ye ihraç ediyorduk az daha bu sorunu. Bunları hatırlamamız çok önemli. Marmara’da denizin yüzeyi, sarı-beyaz renkli ve kötü koku yayan bir köpüklü örtüyle kaplanınca nihayet anlayabildi yöneticiler uyarıların nedenini. Rüzgarın etkisiyle bu çamurumsu katmanın toplandığı kıyı ve koylardaki durum daha da vahimdi. Bilim insanları, müsilajın (deniz salyası) sadece yüzeyde olmadığını, denizin daha alt seviyelerinde ve tabanında da çok yaygın olduğunu, çöktükçe de tüm yüzeyleri kapladığını söylediler.

Balıkların solungaçları tıkandı, midye gibi hareketsiz canlılar oksijen alamadılar ve denizde toplu ölümler yaşandı. Önce küçümsendi, sonra geçer dendi, farklı sebeplere bağlandı ama musilaj dediğimiz bu felaketin temel nedenin kirlilik olduğu kabul edildi sonunda değil mi? Bir günde ortaya çıkmadı bu felaket, otuz seneyi aşkın süredir devam eden yanlış uygulamaların sonucunda yaşandı bunlar. 1989’dan bu yana foseptik çukuru gibi kullanılmakta olan Marmara Denizi artık pes etti. Yıllardır fabrikaların ve belediyelerin her türlü kirliliği, çöpü, lağımı, atığı denize dökerek yaptıkları hesapsız kirletmenin sonucunda, Marmara’da azot ve fosfor varlığında muazzam bir artış olmuştu. Bunlarla beslenen ve fotosentezle yaşayan bir deniz türü olan fitoplanktonların sayısı, belli mevsimlerde neredeyse patlarcasına çoğalmaya başlamıştı. Gözle görülmeyen, ancak milyonlarcası bir araya gelince renkleriyle varlıkları fark edilen bu mikroorganizmalar, aslında çok da kısa ömürlüydü. Ölünce kırılıyor ve hücre içi sıvısı ortama yayılıyordu. İşte bu yapışkan sıvıydı müsilaj denilen. Sayıları anormal ölçüde fazla olduğu için, denizde kalın bir tabaka halinde müsilaj kümeleşmesi meydana getiriyorlardı. Müsilaj kümelenmesi içine hava kabarcığı alırsa yüzeyde oluyor, yoksa dibe doğru çökmeye başlıyordu. Ayrıca, fitoplanktonların bunca hızla artması denizde oksijen bırakmıyor, oluşan çamurumsu tabaka yüzeydeki balık yumurtalarını içine alıp ölmelerine sebep oluyor, alt sularda fotosenteze fırsat bırakmadığı için diğer canlılara hayat hakkı tanımıyordu. Deniz suyunun daha fazla ısınmasının sebebi de buydu. Üstü bir örtüyle kaplanan ve içi de giderek bulanıklaşan denizde, ısınma da haliyle fazla oluyordu. Nitekim küresel ısınma nedeniyle denizlerdeki ortalama ısı artışı 1 derece civarındayken, Marmara’da bu 2,5 dereceye çıkmıştı. Özetle birbirini tetikleyen bir süreç yaşanması nedeniyle, fitoplankton artışı denizin ısınmasına sebep oluyor, deniz ısındıkça da planktonlar daha fazla artıyordu ve sonucunu hep birlikte gördük sonunda. Bu zinciri kırmak için süreci tersine çevirmek ve büyük yatırımlar yapmak gerekiyor. Yüzeyden köpük toplamakla halledilecek bir sorun değil bu.

 

MARMARA DENİZİ’NDE MÜSİLAJ TEHDİDİ DEVAM EDİYOR

Zaten uzun yıllardır kirletilmekte olan Marmara’ya, bir de Derin Deniz Deşarjı denilen yöntemle müdahale edilmesi, sonun başlangıcı olmuştu. Kentlerin kanalizasyonlarını sadece basit biyolojik arıtmaya tabi tuttuktan sonra veya hiç bir işlemden geçirmeden, alt akıntı sistemine boşaltmak, bir zamanlar sanki çözümmüş gibi sunulmuştu ama tam aksine denizin kimyasal dengesini bozdu. Böyle olması ise fitoplankton türünün sayısında patlama olmasına yol açtı. Aslında bu tek hücreli canlıların varlığı, deniz biyoçeşitliliği ve besin zinciri açısından çok önemli. Fakat sayılarının kontrolsüz artışı, denizlerdeki canlı yaşamı tehdit eder hale geldi. Bir tür çok artınca, haliyle başka türlere hayat hakkı da vermiyor.

Doğada her şeyin ölçüsü çok önemli ve insan müdahalesiyle bu ölçünün şaşması, çok ciddi olumsuz sonuçlar yaratabiliyor. Zira Marmara’da derinliği bin metrenin üzerinde üç adet çukur var, alt ve üst akıntılar var, ısı değişiminin etkileri var. Bunların tümünü hesaba katmaksızın yapılan, Bedrettin Dalan dönemi İstanbul Belediyesi projeleriyle, Marmara denizi adeta bir çöplüğe döndü. Diğer şehirler de İstanbul’u taklit ettiler ne yazık ki. Marmara’ya kıyısı olan İstanbul, Kocaeli, Yalova, Bursa, Balıkesir, Çanakkale ve Tekirdağ gibi neredeyse ülke nüfusunun üçte birinin yaşadığı illerin atık sularını ve yetmezmiş gibi bir de Ergene’nin kirliliğini borularla denize boşaltılınca, sonucun böyle olması kaçınılmazdı. Bu hatalarla Marmara ölüme terk edilince, 2007’den başlayarak müsilaj da çıktı ortaya. Geçen sene ise patlama yaptı. Bu sene de yaşayacağız bu felaketi muhtemelen. Bilim insanları hiç de iyi haberler vermiyorlar. Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi Denizcilik Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mustafa Sarı, “Deniz şartlarında bir değişiklik olmadığı için yeni bir müsilaj oluşma ihtimali yüksek” diyor ve ekliyor: “Üzgünüm kurtulmadık. Çünkü müsilaj bir sonuç. Küresel iklim değişikliği sonucu artan deniz yüzeyi sıcaklıkları, Marmara Denizi’ni aşırı kirletmemiz, besin elementi açısından çok yüklenmemiz ve deniz şartlarındaki durağanlık.”

Bunlar değişmediyse, sonuç da değişmeyecektir. Ne yapıldı ki geçen seneden bu yana?

 

EGE DENİZİ’NDE DERİN DEŞARJ UYGULAMANIN SAKINCALARI

İki denize kıyısı olan Balıkesir’in Marmara tarafında durum böyleyken, Ege tarafında da sıkıntılar var. Ege’deki kıyıların geniş kısmı Edremit Körfezi’nde ve orada da koku, köpüklenme, bulanıklık gibi belirtiler var yıllardır. Ancak müsilaj oluşumu görülmedi şimdiye kadar. Peki geleceği nasıl olacak acaba?

Giderek artan nüfus yoğunluğu, altyapı yetersizliği, denetim eksikliği ve derelerin taşıdıkları, Körfez’de kirliliğin en önemli sebeplerini oluşturuyor. Bu tabloya bakınca, müsilaja davetiye mi çıkartılıyor acaba diye sormadan edemiyor insan. Edremit Körfezi, Midilli adasının her iki yanındaki Müsellim Geçidi ve Dikili Boğazı’yla Ege Denizi’ne bağlanan kapalı bir havza, bir “hassas su alanı”. O nedenle bu körfezde, asla Derin Deniz Deşarjı denilen sistemin uygulanmaması gerekiyor. Arada bir bu yönde demeçler veriyor seçilmişler ama geçici bir süre için bile mümkün değil bu işlem, yoksa kirliliğin kalıcı hale gelmesi riski var. Zaten bu husus mevcut yönetmeliklerde de açıkça belirtilmiş.

Körfez’e vaktiyle sadece basit “biyolojik arıtma” ve “ön arıtma” tesisleri yapılmış ve açıkça yönetmeliklere aykırı davranılmış. Özetle, çözüm için öncelikle kirlilik yaratan sebepleri ortadan kaldırmak, sonra da yeterli sayıda ve kapasitede “ileri arıtma” tesislerini inşa etmek gerekiyor. Fakat, Körfez’de kirlilik sorununun ısrarla ve çeşitli vesilelerle dile getirilmesine, hatta bu konudaki mahkeme kararlarına rağmen, somut bir gelişme olmuyor yıllardır. Yetkililer “haklısınız” diyorlar, sözler de veriyorlar ama sonrası yok. Edremit Köfezi’nde ön arıtma yapan tesislerden işlemler sonrasında çıkan “arıtılmış” sıvıların borularla açık denize boşaltılmasına ise “seyreltme” deniliyor. Pek de temiz olmayan sıvıyı, koca bir su kütlesinin içine karıştırmak anlamına gelen bu kavram bile, aslında kirliliğin kabulü anlamına geliyor. Seyrelmiş kirlilik, yine de kirliliktir ve üstelik günümüzde koku ve görüntüsü ile çok da rahatsız edici boyuttadır. Bu anlayışla gidilirse, müsilaj felaketi Körfez’de de kapımızı çalabilir bir süre sonra. Hala ne bekleniyor acaba?

 

BASKİ’nin Zeytinli Arıtma Tesisi’ni iptal edip, yenisini kurmak için Çıkrıkçı’da talep ettiği 111 dönümlük araziyi Edremit Belediye Meclisi vermeye yanaşmadı. Peki BASKİ’nin başka alternatifi yok mu? Mutlaka vardır, hem de birkaç tane. Eskiden bir de “para yok” derlerdi. Artık Balıkesir Büyükşehir Belediyesi “emlak satış kralı” oldu maşallah, “para çok” diyorlar şimdi. Peki niye hala Körfez’deki ileri arıtma tesislerinin inşasına başlanmıyor? Felaketler gelip de kapımızı çalmadan harekete geçmemiz gerektiğini ne zaman öğreneceğiz?

 

 

 

Exit mobile version