Bir yılın daha sonuna geldik. Zaman olanca hızıyla akıyor diyoruz ama yaşadığımız gezegenin, biz insanların tanımladığı gibi bir zaman kavramına da ihtiyacı yok aslında. Dünyanın kendi etrafındaki dönüşüne göre “gün” kavramıyla işe başlayan insan türü, sonrasında Ay’ın hareketlerine göre hafta, ay gibi tanımlar geliştirilmiş. Farklı ölçekler kullanıp, özellikle de gök cisimlerinin hareketlerine göre zamanı ölçme kavramlarını yaratmış. Sonuçta Dünya’nın güneş etrafındaki bir tam turunu esas alarak yaptığı soyutlamayla “yıl” kavramını da bulup, çeşitli takvimler oluşturmuş.
31 Aralık günü, işte bunlardan Gregoryen Takvime göre Milat denilen bir başlangıç noktasından sonraki 2024. yıl tamamlanmış olacak, 2025’e gireceğiz. Oysa üzerinde yaşadığımız küçük mavi gezegen, belirsiz bir başlangıç anından itibaren ve elbette insan türüne sorma gereği dahi duymadan, dönmeye ve rotasını sürdürmeye devam ediyor. Daha milyarlarca yıl da devam edecek muhtemelen. Durumun böyle olduğunu ve gelen yılın sadece yaşadığımız anın devamı olacağını bilerek ama “yılbaşı” gibi bir varsayımı da vesile ederek, bir değerlendirme yapmanın tam zamanı şimdi.
Ne yazık ki 2024, ileride pek de iyi hatırlanacak bir yıl olamadı. Dünya’da hakim olan üretim ve bölüşüm sisteminin dönemsel bunalım süreçleri var ve sonuncusunu hala yaşıyoruz. Yani bir ekonomik kriz var gezegenimizde. Artık 8,4 milyar insanın var olduğu Dünya’da, 2008’de başlayan bu son ekonomik krizi atlatmak bir türlü mümkün olamadı. Tam durum düzelir gibi olduğunda, bu sefer küçücük bir virüs ortaya çıkıp gezegenin canına okudu. Pandemi süreci insan türünün bütün azametine ve kibrine rağmen, ne kadar korumasız ve aciz durumda kalabileceğini gösterdi. Bir yandan çok sayıda ülkeye ve diğer yandan birbirine karşı hakimiyet savaşı veren güç odaklarına bölünmüş olan gezegenimizde, hala müşterek stratejiler uygulayabilmek ise mümkün bile değil.
Oysa pandemi süreci bu zorunluluğu ortaya koymuştu ama Dünya’da kaynakların ve pazarın paylaşımı üzerindeki çatışmalar hala daha öncelikli olarak devam ediyor. Ancak çatışma ölçeğinin gezegenin tamamı olması halinde meydana gelebilecek yıkımın büyüklüğünü de, Dünya’daki hiçbir güç odağı tekrar göze alamıyor.
Geçmişte yaşanan iki Dünya Savaşı en azından bunu öğretti insan türüne. O nedenle, ülkeler ve güç odakları vekalet savaşlarıyla gezegene egemen olmaya uğraşıyorlar şimdi. Fakat bu lokal ve bölgesel savaşlar bile, onca yıkımın ve ölümün yanı sıra tarımsal üretimi, gıdaya ulaşım dengesini, enerji naklini de büyük ölçüde etkiliyor. Kaynakları yetersiz olan ülkeler bu ortamdan çok etkileniyor ve Dünya’da zengin ile fakir arasındaki fark iyice açılıyor. Gelir dağılımındaki dengesizlikler, ülkeler arasında da, her ülkenin kendi içinde de iyice çoğalıyor. Sağlık hizmetlerine, gıdaya, enerjiye, eğitime, adalete ulaşımda yeni uçurumlar oluşuyor. Kitlesel göç, çatışmalar, ekonomik sıkıntılar, işsizlik ve gelecek kaygısı giderek artıyor. Daha önceki bütün kriz dönemlerinde olduğu gibi, kötü gidişi aşmak adına yapılan doğa sömürüsü ise çok daha büyük ve geri dönüşü mümkün olmayan seviyelere çıkıyor.
Gelinen bu nokta, sonuçta insan türünün hem bütün becerilerini, hem de bütün zaaflarını ortaya döküyor. Bir yanda varlıkların önemli bölümü ve zenginlikler küçük bir azınlığın elinde toplanıyor, diğer yanda dayanılmaz ve kitlesel fakirlikler yaşanıyor. Yani bir gelir dağılımı krizi de var gezegenimizde. Yaşam bu büyük yarılmayla birlikte sürüyor eş zamanlı olarak. Bilimsel ve teknolojik gelişme öyle bir aşamaya geldi ki artık, robot teknolojisiyle yapılıyor cerrahi müdahaleler, yapay zeka ise günlük hayata her geçen gün daha fazla giriyor. Fakat küresel iklim değişimine ortak önlem bulmak konusunda ise bütün ülkeler uzlaşmak yerine süreci oyalamaya ve ayak diremeye devam ediyorlar. Dünya atmosferindeki sera etkisini ortadan kaldırmak, yaşanabilir bir gezegen olabilmek adına çok büyük ümitlerle toplanan ortak zirvelerde bile, gerçekçi önlemleri sürekli erteleyen ülkelerin veya çokuluslu şirketlerin bencilliği sayesinde anlamlı kararlar çıkamıyor. Yani bir iklim krizi de var gezegenimizde.
İnsan türü yaşadıklarından ders çıkartmayı, eşitlik ve dayanışma içinde sorunları çözmeyi ve yepyeni bir gelecek kurmayı ne yazık ki beceremiyor. Sonuçta gezegen kaynakları sömürülüyor, insafsızca kirletiliyor ve istismar ediliyor, güç ve kazanç uğruna. Süreç böyle devam ederse, insan türünün bu gezegende bir geleceğinin olması bile tehlikeye giriyor. O nedenle zaten, önceki yıllarda gelişmiş ülkelerin uzaya olan ilgisi talan edecek yeni kaynaklar bulma amacı taşırken, son yıllarda artık “yaşanacak yeni bir gezegen arama” çabasına dönüşüyor.
Küresel ısınma sadece çorak araziler, ovalar, dağlar ve yaylalar üzerinden konuşulan bir süreç değil artık. Kutuplarda çok geniş buzul alanlar da hızla eriyor. Bunun anlamı ise deniz ve okyanuslardaki su seviyelerinin yükselmesi, sellerin çoğalması, tarımın çöküşünün yakınlaşmasıdır. İklim krizi, bu denli önemli gezegenimiz için. Devam eden ekonomik krize rağmen gelişmiş ülkelerdeki sera gazı emisyonları ise artıyor. İklim krizi sanki insanlık için bir anlam ifade etmiyormuş gibi, ülkeler kendilerini kurtarmak için yarışıyorlar. Büyük ülkeler ve güç odakları mümkün olduğunca geniş alanları, işgücünü ve kaynakları kontrol etmek amacıyla savaşırken, gezegenimiz çok daha yakın bazı tehlikelerin eşiğine geliyor.
Mesela Putin yeni geliştirilen hipersonik füzeleri ile övünüyor ama eriyen kutupların deniz seviyesini ne hale getireceğine bakmıyor. Trump ise daha koltuğuna bile oturmadan, pek çok ülkeye talimatlar yağdırıyor, AB ülkelerini Rus doğalgazı kullanmak yerine, kendisinin kaya gazını almaya zorluyor. Çin de kömür santrallerine yüklenmeye ve yeni nükleer tesisler açmaya yöneliyor. Adeta “Dünya batarken kendimizi kurtaralım” diyor büyük güç odakları, diğer ülkeler de kendi ölçeklerinde onları taklit ediyor.
İşte bütün bu göstergeler, insan türüne kaçınılmaz sondan biraz öncesini sergiliyor aslında. Yaşamı sürdürmenin mümkün olmadığı bir iklime doğru son hızla koşanların, güç ve hakimiyet için hala savaştan medet umması ve bu arada harcamaya fırsat bile bulamayacakları yeni zenginlikler biriktirmeye uğraşması ne kadar büyük bir çelişki.! Soluyacak hava, içme kalitesinde su ve ekilecek toprak kalmayacaksa, Dünya’daki bütün servetlerin yarısından çoğunun toplam nüfusun % 1,5’u kadar olan küçücük bir azınlığın elinde toplanmasının, onlar için bile anlamı kalmayacak ki. Seller, eriyen buzullar, hortumlar, devasa orman yangınları, kuraklık, obrukların artması, yerüstü ve yer altı sularının hızla kirlenmesine çözümler savaşla mı bulunacak? Füzeler, tanklar, toplar yetmez olunca, nükleer silahlar mı girecek devreye? Jeopolitik gerginlik ve enerji kaynakları üzerindeki mücadele nükleer savaşla da aşılamazsa, talan edilecek bir doğa bile kalmayacak geriye. Bu çok kritik bir nokta ve sonun başlangıcı elbette.
Peki ne yapmak lazım? 2025’in eşiğinde durup da insan türü kendisine bu soruyu sorduğunda, verilecek tek bir yanıt var: Yaptıklarını durdur ve tam tersini yapmaya başla! Üretim ve bölüşümü tekrar düzenle, savaşlara son ver, sorunları ortaklaşa ve konuşup anlaşarak çözmeye odaklan. Yoksa gönül ferahlığıyla karşılanacak bir 2025 yılı veya gelecek olmayacak. Bunca ilerleme yapan, bilimin ve teknolojinin sınırlarını zorlayan insan türü, elbette bugünkü kapkara tabloya bakıp da donup kalmamalı. Gerçek sorunlar tespit edilmeli, bunları çözmek için de ortak mücadeleyle, geleceğe umutla bakmak ilke edinilmeli.
Umut egemen olmalı ki bu gezegene, çözüm de sağlansın. Umudun bilimsel bir izahı da var elbette, insan zaten kendi başına bir mucizedir. Türümüz daha güzel bir gelecek için, sürekli çabalarla tarihin tekerleğini nasıl bugüne kadar hep ileriye doğru döndürmüşse, bundan sonrasında da aklı hakim kılarak davranışlarına gereğini yapmalı. Doğru yöntemlerle kaynakları kullanıp üretmeyi, tüm değerleri eşit ve adil olarak paylaşmayı, daha adil bir yaşam sistemi kurmayı, gelecek için bütünde doğru kararlar alabilmeyi öğrenmeli. Tüccar kılıklı ve ahlakını yitirmiş sahte kurtarıcı çobanlara, sadece kesesini doldurmak için gezegeni talan etmekten geri durmayan açgözlülere, “benden sonra tufan” diyen eşkıyalara değil; sadece kendi iradesine, samimi çabalara ve insan kardeşlerinin sağduyusuna güvenmeli. Yeni bir insanlık gerekiyor bize. Hem kendimizi hem de bütün diğer türleri ve gezegenimizi korumak, gelecekte de birlikte var olabilmek, ancak böyle mümkün.
Zor bir dönemden geçiyor Dünya. Fakat tarih boyunca, akıl ve sağduyu sonunda hep üstün gelmiş ya, yine öyle olmalı. Umut şunda, bunda, takvimde falan değil, sadece kendimizde. Bu inançla gelecek yıllarımız sağlıklı, savaşsız, sömürüsüz, temiz bir çevrede ve huzurla dolu olsun. Dilerim gezegenimiz dönmeye, insanlık da sorunlarını aşarak ilerlemeye devam etsin.