TÜRKİYE’DE BEYAZ YAKA ÜCRETLERİ VE ERİYEN ORTA SINIF
Ali Şimşek’in Yeni Orta Sınıf Sinik Stratejiler kitabını biraz geç okudum. Kitapta 1990 lı yıllarla birlikte Türkiye’de yükselişe geçen eğitimli kentli yeni orta sınıfın kendisini geleneksel işçi memur kesimlerinden farklılaştırmak için nasıl bir kültürel ve mizahi anlatı geliştirdiğini anlatan güzel bir kitaptı.
1990’lı yılları iyi bilirim. Ben de o dönemlerin çocuğuyum. Bankaların ve bankacıların zirvede olduğu, plaza çalışanlarının ve kültürünün hızla şekillendiği havalı insanların havalı yıllarıydı. İyi okullardan mezun yabancı dil bilen teknoloji ile arası iyi olan bir beyaz yaka iseniz arandığınız ve iyi kazandığınız zamanlardı.
Herkes işletme iktisat okumaya çalışırdı. Finans, borsa konuşmak modaydı. SBF’yi kazandığım ilk sene okulda karşılaştığım bu havalı çılgınlığı anlamak için Eminönü Üsküdar vapuruna binmeden önce bir Capital Dergisi almıştım. Dünyadan habersizdim. Hiç ilgimi çeken konular değildi. Derginin sayfalarındaki o iyi giyimli, gülüşleri özgüvenli biraz da küstah önemli abilerin, ablaların açıklamalarını çözmeye çalışıyordum. Çünkü ben bambaşka bir dünyada yaşıyordum.
İstanbul bir yandan tüm hızıyla akıp gidiyordu. Bizim okuldaki arkadaşlar ilk seneden itibaren bankalarda staj ayarlamalar hatta bazı kısa dönemli iş bulanlar, okula gelmeyi önemsiz gören tipler, takım elbise ve evrak çantasıyla enerjik adımlarla yanımızda geçenler falan her defasında bana bir şeyler kaçırıyorum hissi verirdi. Markaların ve mekanların yükseldiği dönemlerdi.
Dünya hiç olmadığı kadar iyimserdi. Tarihin sonu gelmiş SSCB yıkılmış dünyanın global bir köy olmasının önünde bir engel kalmamış imalatın yerini entelektüel sermaye ve bilgi teknolojilerinin sırtladığı hizmet sektörü almıştı. Global ekonomi yükselirken bu yükselişin merkezinde olan bankacılık finans, ithalat ihracat gibi dinamik sektörlerde yerini alan ücretlilerin çok iyi kazandığı dönemlerdi.
Bu dönem ilk darbeyi 2001 krizinde yedi. 2008 krizinde yediği ikinci darbe ile lale devri bitti. Ali Şimşek’in deyimiyle Sushi tadı beyaz yakalıların damağında kaldı. Elbette beyaz yakalıların güzel çağları 2010’ların sonuna dek devam etti. Ben o dönemlerde İstanbul’da büyük şirketlerin IK’cılarının toplandıkları HR kongrelerine gider ve insanları izlerdim. Marka kıyafetler, havalı tavırlar, bol İngilizceli plaza muhabbetleri laf aramızda hoşuma giderdi. Sonuçta kendimi parantez içine alsam da o sektörde onlardan biriydim.
Ancak zamanla bu kongreler sönükleşti. O havalı tavırları plaza insanlarının yerini daha ucuz kıyafetler giyen daha tereddütlü ve enerjisi düşük kişilerin aldığını gördüm. Anlatılanların dinlenmediği, konuşulanlara inanılmadığı, yemek ikramlarının kalitesinin iyice düştüğü, bedava davetiye bulanlar dışında çok az kimsenin geldiği yerlere dönüştü bu kongreler.
Bir şeyler değişiyordu ve ben bu değişimin tam içindeydim. Şimşek 90 lı yıllarda yükselişe geçen bu iyi eğitimli kentli ve ağırlıklı olarak özel sektörde çalışan sınıfa YOS yani Yeni Orta Sınıf diyordu. 2010’ların sonunda ise bu YOS çoktan bitmişti.
Mizahta Gırgır dergisinin 1980’lerde mahalleyi şehir, küçük insanı da kentli seçkinlerin önüne koyan ve küçük insanın gözünden dünyayı eleştiren dili ona göre Leman dergisi ile Küçük insanın izleyen ve eleştiren değil izlenen ve 90’ların ifadesiyle Tİ’ye alınan pozisyona düşüşünü haber veriyordu.
Münir Özkul, Adile Naşit modeli mahalle kültürü ve Kemal Sunal’ın en başarılı şekilde hayata geçirdiği o küçük insan bakışı Özal ve neoliberalizmin hızıyla bakan değil bakılan konumuna düşmüştü.
Türklük hallerinin eleştirildiği şehirli ve eğitimli olmayanların alaya alındığı bir kültürel anlatı reklamlara kadar her yanı sarmıştı. Çubuklu pjamaların, piknik tüplerinin, örme kazakların, memurların, KİT’lerin, Kamu’nun hantallığının, Hacı Murat’ın, Anadol’un neredeyse yerli olan her şeyin alaya alındığı ve seçkinliğin neoliberal dalganın Michael Douglas’ın oynadığı Wallstreet tarzı Hollywood yapımı iş ve başarı filmleriyle (laf aramızda bayılırdım bunlara) öne çıkardığı modellere benzemek olduğu bu yeni dünya başarılıydı, havalıydı, zengindi, konformistti ve yaşamayı seviyordu.
O yaşamı seven kuşağın rüzgarları ve iyimserliği her yeri dolduruyordu. Ancak önce 2000’lerde başlayan dot.com krizi bunun 2001’de gelişen ekonomilere sirayeti ve 2007 yılında yaşanan mortgage krizi ve etkileri o iyimserliği bitirdi.
Elbette başka nedenler de vardı. Bilgisayar kullanımı yaygınlaşmış, bir takım analiz ve hesaplamalar için excel bilmek yeterli hale gelmiş ama MYO’ları bile açılan ve Anadolu’da her yere yayılan yere göğe sığmayan işletme, iktisat, ekonomi, genel olarak artık piyasa için özel bir becerileri olmayan, üstüne üstlük yabancı dili de olmayan milyonlarca üniversite mezunu işin rengini değiştirmişti.
Türkiye’de Yeni Orta Sınıf bence doğarken ölmüştü. Anadolu Liselerini çoğaltmak yerine tüm liseleri Anadolu Liselerine çevirmek, Fen Liselerini vasatlaştırmak, üniversite mezunu sayısını çoğaltmak için eğitimin kalite ve ciddiyetini yok etmek bir de dünyadaki gidişatla birleşince her şey birbirine karışmıştı.
Belki bu yazının konusu değil ama Türkiye’de kendini yeni orta sınıf olarak konumlandıran kentli beyaz yakaların kültürel ayırd edicilikleri olarak “tüketim alışkanlıklarından” başka hiçbir yönleriyle öne çıkamamaları – bazen belki yabancı dil – ( Avrupa Yakası örneği) onların zayıflığına bir işaretti zaten. Neyleri vardı neyle öne çıkabilirlerdi onu da bilmiyorum.
İşte bu noktada gözlerin bir süredir kendisine çevrildiği ve Cem Yılmaz’la son orta sınıfların espri malzemesi “küçük insan” Şimşek’in ifadesiyle yine “gözleyen” konumuna geliyordu. Recep İvedik Güngören’den fırlayarak Türkiye’deki sözüm ona Yeni Orta Sınıfın tüm kültürel tavırlarını ve yapmacılıklarını bir kamyoncu edasıyla ezip geçti. Recep İvedik iskambil kulesine benzeyen çakma orta sınıfların yaşam tarzlarını ezip geçedursun Türkiye’de 2000’lerden itibaren Orta sınıflar erimeye başlamıştı bile.
İyi kazanan, daha çok kazanabileceğine inanan ve bunun çalışarak terfi ederek olacağını düşünen beyaz yakaların bu ümidi şimdiki gibi olmasa da o yıllardan itibaren gizli gizli aşınmaya başlamıştı. Önce her şeyin ucuzu ve çakması çıkar. Çünkü insanların aslını almaya imkanları olmaz. Sonra çakma ironik hale gelir ve hem ürün hem de onu kullananlar alay konusu olur.
Bu markalar, mekanlar ve insanlar için de böyledir. Ben 2010’ların ortalarında ümitleri aşınan ve paspallaşan beyaz yakalarla tanışmaya başladım. 90’lı yıllardaki kolejlilerin ve iyi üniversite mezunların iyimserliği ve enerjisinden yoksundular. Çok da iyi eğitimli değildiler laf aramızda. İngilizceler vasattı en iyi durumda. Ve ekonomi karşısında reel değere dönüşecek teknik vasıfları çok az olduğu gibi kişisel vasıfları da ümit vadeden bir sınıfa ait göstermiyordu onları. Siniktiler. Bu siniklikleri Sarp Mogan’a meşhur “Beyaz Yalaka” kitabını yazdırmıştı ve hit olmuştu.
Ofis politikaları, entrikalar, sinik stratejiler uzun lafın kısası çoğu “sinsi ve yalakaydı”. Bu durum yurt dışında ve bizde birçok dizi ve filmde hicvedilmiştir. (Şimdilerde Kaan Sekban bunu çok başarılı yapıyor) Esasen beyaz yakalının bu sinikliği aslında şirketinde somut bir katma değer yaratmadığının gizliden gizliye farkında olmasındandır. O eğer amiriyle, patronuyla, müdürüyle iyi ilişkiler geliştirmezse işten atılacağının ve bundan dolayı şirketinin hiçbir şey kaybetmeyeceğinin içgüdüsel olarak farkındadır. (Devam edecek)