Pikabın iğnesini plağın ilk çizgisine, gönlünüzü plaktan çıkan sese bırakın…
Renkli evleriyle, dar sokaklarıyla, kiliseleriyle, birbirinde güzel antikacıların olduğu, konsept kafeleriyle, camileriyle, sinagoglarıyla birçok kültürü içinde barındıran, bizi geçmişe götüren o havasıyla, yokuşların arasındayız, Balat’tayız.
Tramvaydan indiğimiz andan itibaren bizi rengarenk sokaklar, duvarlar, daha henüz yeni açmış olan ağaçlardan gelen o çiçek kokuları karşılıyor. İlk rotamızı Evin Tarihi Fırını’na çeviriyoruz. 1923’ten bu yana birbirinden güzel börekleriyle, poğaçalarıyla, tatlılarıyla, sakızlı kurabiyenin sarsan kokusuyla; annelerimizin yaptığı o güzel poğaçaların, böreklerin eve girdiğimizde burnumuza çarpan sıcak kokusuyla bizleri karşılıyor. Balat’a geldiğinizde hem peksimetlerin hem de kokusuyla sarsan o sakızlı kurabiyenin tadına bakmak için mutlaka uğranması gereken rotanın burası olduğunu düşünüyorum.
PİKAPLAR, PLAKLAR, GRAMOFONLAR ARASINDA…
Kahvaltımızı yaptıktan sonra yönümüzü birbirinden renkli sokaklara çeviriyoruz. Adım attıkça tarihin kokusu burnumuza çarpıyor. Her adım başında birer antikacı, birer plakçı, biririnden güzel el yapımı ürünleri olan bardaklar, tabaklar satan sıcak dükkanlar çıkıyor karşımıza. Biraz daha ilerledikten sonra bir söz çekiyor dikkatimi: “Pikabın iğnesini plağın ilk çizgisine, gönlünüzü plaktan çıkan sese bırakın.” İçeri adım attığımızda pikaplar, plaklar, plak halindeki minik hediyelik eşyalarla karşılaşıyoruz. Birbirinden güzel sanatçıların, birbirinden güzel olan plaklarının ilk basımları, birbirinden güzel gramofonlar, pikaplar tarihi rum evlerinin arasında geçmişin izlerini iliklerimize kadar hissettiriyor. Plakçıdan çıktıktan sonra karşımıza şarkılara bile konu olmuş olan o meşhur meyhane çıkıyor karşımıza “Agora Meyhanesi” binanın estetiği, renkleri, camdan biraz içeri baktığımızda verdiği o enerjisi adeta içeri girmemiz için bizleri çağırıyor.
70’Lİ YILLARA YOLCULUK
Balat’ın dar sokaklarından, renkli evlerinin arasından geçerken yolumuza “İncir Ağacı Kahvesi” çıkıyor. Renkli merdivenlerin eteğinde kalan bu kahve: daha sokağa girmemişken bile bizleri 70’lere götürüyor. 70’lerin en güzel şarkılarıyla, sokağın başında bizleri kaşılıyor. İçeri girdiğimizde ise 70’lerin birbirinden güzel sanatçılarının fotoğrafları, şarkıları, filmlerinin, dizilerinin posterleri ve birbirinden güzel şarkıları geçmişle bugün arasında köprü kuruyor. Eğer bir gün uğrarsanız şarkılar eşliğinde harika bir türk kahvesi içmenizi önerimdir.
FENER RUM LİSESİ
İncir Ağacı Kahvesi’nin güzel atmosferini bırakmak istemesek de üzülerek oradan ayrılıyoruz. Rengarenk merdivenlerin olduğu yokuştan biraz çıktıktan sonra karşımıza Fener Rum Lisesi çıkıyor. Yapısıyla, mimarisiyle uzun uzun önünde durup incelemeden geçemiyor insan. 1454 yılından bugüne kadar eğitim vermeye devam eden, mimarisiyle, yapısıyla, verdiği enerjiyle insanı kendine çeken bu okul Patrik Gennadios ile Fatih Sultan Mehmet arasında yapılan antlaşma ile kuruldu. Büyüleyici manzarasıyla, yokuşların arasında kalan, denizin maviliği ve göğün maviliğinin tam birleştiği noktaya bakan, eşsiz güzelliği sahip olan “Fener Rum Lisesi” yılın sadece bir günü kermes sebebiyle ziyarete açılıyor.
YOLUNUZ DÜŞERSE MUTLAKA GÖRÜN…
Fener Rum Lisesi’nden sonra yokuşlardan daha da yukarı çıkarken Haliç’in güzel manzarasıyla baş başa kalıyoruz. Biraz ilerledikten sonra yolumuza “Merdivenli Yokuş Evleri” çıkıyor. Birbirinden güzel, rengarenk, tarihi iliklerimize kadar hissettiren, yokuştan rengarenk merdivenlerin basamaklarından süzülerek inerkeni birbirinden güzel tarihi rum evleriyle yavaş yavaş rotamızı tamamlıyoruz. Ne kadar bitmesin istesek de Balat’ın güzelliğine doyamasak da fırsat oldukça mutlaka gelinmesi gereken bir yer olduğunu düşünüyoruz. Eğer yolunuz İstanbul’a düşerse mutlaka uğramanız gereken bir rota olduğunu düşünüyorum. Birbirinden güzel evleriyle, yer yer yokuşlarıyla ne kadar yorsa da huzur veren, Haliç’in manzarasıyla, içimizi ısıtan nostajisiyle, tarihiyle, eski İstanbul’un o güzel havasını bizlere hissettiren yerde, Balat’tayız.