Yeşilyaprak köyüne akşam güneşi ufka değerken giren elli köyün delisi Deli Zeliha, önüne çıkan ilk evin kapısını çaldı. Kapıyı açan yaşlı kadın, gözünün gördüğüne inanamadı. Derinden çekip saldığı buz gibi nefesi, delinin sırım gibi bedenini titretti. Kayıtsız bir tavırla;
“Neee?” dedi.
“Tanrı misafiriyim! “
Kadın sağındaki evi işaret etti:
“Başka kapıya! “
Deli Zeliha, tıklata tıklata sora sora aldığı aynı cevapla köyün sonuna vardı. Son evden çıkan orta yaşlı şiş göbekli bir adam da, köyden dört yüz metre uzakta kalan, ardıç ağaçlarn arasındaki tek katlı toprak damlı ev yönüne işaret parmağını çevirerek;
“Oraya git “ dedi.
Bu evin sahibi Mehmet Ali, elli yaşında uzun boylu geniş omuzlu karayağız, kendi işinden başını kaldırmayan, halkın arasına girmeyen dedikodu sevmeyen, karıncayı bile incitmekten sakınan bir adamdı. Köyün dışında, sakin. sade yaşamını eşi Ayşe kadınla sürdürüyor, çocukları yoktu.
Deli kapıyı tıklattı. Açan Ayşe kadın sert bir sesle sordu:
“Ne İstersin deli?”
“Tanrı misafiri ana!”
“Başka kapıya.“
“Başka kapı kalmadı ki.”
“Bana neeee defooool!”
Mehmet Ali, evden dışa fırladı:
“Tanrı misafiri kapıdan geri çevrilmez “ dedi sevecen tatlı bir sesle karısına.
“ Evi bit sarar. “
“Evin toprak damında yatsın.“
“Bitler, yatağa sıvanır.”
“Yıkarsın!”
“Başka işim mi yok benim! “
Mehmet Ali, eve girdi, yatağı ve yorganı omuzlayıp geldi. Karısı sarılarak çekip almak istedi. Yatağı ve yorganı yere sıyırdı. Bütün gücünü toplayıp sağlı- sollu iki tokat patlatınca, dengesini kaybeden üç dört adım sendeleyerek geri geri giden kadın, kendini toparlayamadan açı çığlıklar atarak yere yığıldı.
Mehmet Ali, döşeği sağ, yorganı ve yastığı sol koltuk altına sıkıştırıp“ Gel arkamdan!“ diyerek yürüdü, evin toprak damına çıktılar. Yatağı serdi. Aşağı inip eve girdi. İki kişilik pişirilen bulgur pilavı ve kuru fasulyeyi yarıya bölüp kendi hissesini tasa doldurdu, kaşığı ve su testisini aldı, İki dilim de ekmek kesti. Evin damına çıktı.
“Yeee.. hava sıcak, yıldızlara baka baka uyu! “ dedi.
Karısı, ağlamasını kesmiş bir çocuk gibi içini çeke çeke inlerken bedduasının birini bitirip birine başlıyordu.
“İnşallah çolak kalırsın, ellerin kırılır. Geberirsin, gebermeyip de elime kalırsan, unutma bunu misli misli ödeteceğim sana!”
Peynir, zeytin ve çayla sabah kahvaltısını bitirip ayağa kalkan Zeliha, Mehmet Ali’nin elini öptü.
“ Tanrı misafiri kapıdan kovmadın değil mi emmi?”
“ Heee kızım. “
İki metre sonra durdu, başını çevirdi:
“ Beni aç bırakmadın değil mi emmi?”
“Heeee yavrum! “
Kafasını çevirmeden, ayaklarını yere sürterek kontrollü bir şekilde geri geri üç-beş adım atıp durdu:
“Benim için karını dövdün değil mi emmi? “
“Heee gülüm!”
“Kal hoşça. Allah senden razı olsun benim güzel emmim!”
“Güle Güle Deli Kız. “
Mehmet Ali, kasabaya alışveriş için gitti. Belediye işçisinin köpeklere zehirli ekmek attığını görünce ikaz etti:
“ Yapma kardaş, günaha giriyorsun.“
Genç işçinin etli dudakları acı bir tebessümle kıvrıldı.
“Akşam evime götüreceğim ekmek parasını sen mi bana vereceksin!”
“Belediyenin köpeklere barınma evi kurup bakması kanuni görevi.”
“Belediye kapısına yardım için kuyruğa giren insanlardan, köpeklere sıra gelmiyor ki. Belediye Başkanı ne yapsın? “
Haklı soruya cevap veremedi. Kanun yapmak kolayda uygulamak zor.
“Şu yavruyu alabilirmiyim? “
“ Ben görmemiş olayım! “
Ayşe Kadın istemediği için Mehmet Ali, evden on adım ötede barınak yapıp bakmaya başladı.
“Büyüyüp marifetlerini gösterdikten sonra ismini koyacağım!” dedi.
İki yaşında uçan kuşu havada yakalayıp yere indirmeye, kaçan atlının üstüne sıçrayıp alaşağı yuvarlamaya, tavukları tilkiden, koyunları kurttan, bahçedeki sebzeleri domuzdan, üç kovan balı ayıdan korumaya ve bir yabancıyı eve yaklaştırmamaya başlayınca hak ettiği ismi verdi ona. Yıldırım.
Mehmet Ali, kürek omzunda sabah güneş doğmadan evden çıktı, tabii Yıldırım da yanınd . Köyün çıkışında Narlıbahçe(nin yolunu tuttu. Yıldırım sanki yol emniyetini sağlamak için koklayarak on metre gittikten sonra geri dönüp yanına geliyor, yolun kontrollü kısmı bitince tekrar öne fırlıyordu. Bu tarz bir yürüyüşle tarla başına geldiler. Toprak kanalda gram su yoktu. Üç kilometre yukarda kalan bentten iki saat çalışarak kaldırdığı su toprak kanala akmaya başladı. birlikte inip geldiği suyu fasulyeye saldı, Yarım saat geçmemişti ki, köyün belalısı herkesin yaka silkip uzak durduğu Kel Ali’nin üç oğlu, suyun başına dikildiler.
Gözdağı vermek istediklerinden sırayla arka arkaya;
“Bizim daha önemli işimiz var, suyu kesiyoruz, bizden sonra devam et!“ diye bağırdılar.
Mehmet Ali, onlara pabuç bırakacak adam değildi. Elde kürek yanlarına geldi.
“Suyu kaldırıp getiren benim, dokunmayın!“ dedi.
Üçü birden hamle yapınca , üç metre geri sıçradı, Yıldırım, yanıbaşında savunma pozisyonu aldı, ondan da aldığı cesaretle gür bir sesle bağırdı:
“Ulan erkekseniz. teker teker gelin! “
Bu istek işlerine gelir mi hiç? Toplu olarak hücuma geçtiler. Yıldırım, ismine yakışır bir hızla iri yarı, uzun boylu olanı sıçrayıp dört ayağını göğsüne yapıştırmasıyla yere indirdi, apış arasına kafasını sokarak kavrayıp sıkmaya başladı.
“Onu bırakın, beni kurtarın!“ diye bağırarak yardım istemesi üzerine dönüp ikisi birlikte, köpeğin elinden kardeşlerini zor kurtardılar. Yıldırım hemen Mehmet Ali’nin yanında saldırı vaziyetine geçti. Üçü de kuyruklarını apış aralarına kıstırıp uzaklaşırlarken kısa boylu şişman kardeş;
“ Dua et köpeğe, bizim elimizden seni kurtardı” dedi.
Fasulye hasatı başladı.
Fasulyeyi orakla biçen Mehmet Ali, işine ara verdi, vakit öğlen olmuştu, yemeğini yedi, Yabani armut ağacın koyu gölgesinde öğlen uykusuna yattı. Alacalı bilek kalınlığında bir yılan başını kaldırıp tam saldıracağı sırada Yıldırım, tanrının ona bağışladığı hızla atlayıp boynundan yakaladı, Mehmet Ali ye çarparak yere yuvalandı. Mehmet Ali gözlerini açtı. Gördüğü manzara karşısında nefesi kesildi, kıl payı ölümden kurtulmuştu. Yıldırım, boğduğu yılanın başında sanki canlanmasından korkuyormuş gibi bekliyordu. Yanına çağırdı:
Yıldırım gelip arka ayaklarını karnının altına yatırarak toprağa dayadı, ön ayaklarını yere dik basıp meydan savaşı kazanmış bir komutan gibi başını mağrur bir şekilde kaldırarak Mehmet Ali’den hak ettiği övmeyi beklemeye başladı.
Mehmet Ali, aralıklarla üç kez “Oğul “diye tekrar ederek göğsüne yasladığı başını tepesinden öptü.
Gece yarısı Yıldırım’ın acı acı uluması üzerine kalktı, lambayı yaktı. Elbisesini giydi, feneri , tüfeği aldı.
“Herhalde yaban hayvan geldi “ diye söylenerek dışarıya çıktı. Yıldırım havlamasını sürdürerek tepeye doğru koştu, tepenin yarısına vardı, durdu, Yanına ulaşan Mehmet Ali:
“ Oğul bir şey mi vaa…” dedi arkasını getiremeden yer yerinden oynadı, koca tepe beşik gibi sallandı, toprak sanki göbek atıp oynuyordu. Müthiş bir zelzele oldu, iki saniye içinde elli hanelik köy yerle bir oldu. Karısı bu akşam kardeşinde misafirlikteydi, oraya koştu. Feneri tuttu. Ev enkaz yığını. Avazı çıktığı kadar bağırdı. Yırtındı, cevap yok.
Tabanı sert kayalık zemin üzerinde olduğundan yıkılmayan tek ev onunkiydi. Köyden sağ kalan Allahın tek kulu da o oldu.
Köye, ikindi vakti kaymakam, ilçe müftüsü ve jandarma komutanı geldi. Mehmet Ali onları evinin önünde karşıladı.Sırayla üçü de fısıltılı bir sesle ;
“Geçmiş olsun “ dediler..
“ Sağ ol beyim !”
Müftü:
“Verdiğin bir sadaka,bir yaptığın iyilik önüne geçerek tanrının gazabından seni korumuş!“
Mehmet Ali’nin başı önüne düştü, müftünün söylediğiniaklının ucundan bile geçirmemişti. .
Verilen sadaka, yapılan iyiliği dillendirmek asla bir müslümana yakışmazdı.
Sonra yavaş yavaş başını kaldırıp cevap verdi:
“ Allah bilir hocam!“
Onların ayrılmasının arkasından şimdi hayatta olmayan Deli Zeliha üç yıl; Yıldırım ise iki yıl önceki halliyle gözünün önünde, yan yana idi.